26 Mayıs 2013 Pazar

27 Mayıs Pazartesi|| 14:00|| Misbah! Emek'in Yıkımının Sorumlususun. Ruhatı İptal ET!

27 Mayıs Pazartesi 14:00'da Beyoglu Belediyesi önünde Emek'i yıkımından sorumu olan Belediye'ye ruhsatı iptal et diyeceğiz.



Beyoğlu Belediyesinin geçici binası: Melrutiyet Cd. No: 50




23 Mayıs 2013 Perşembe

27 Mayıs Pazartesi 14.00’da Beyoğlu Belediyesi’nin önündeyiz.


EMEK SİNEMASI’NIN YIKIMINDAN SORUMLUSUN!
RUHSATI İPTAL ET!!

3 yıl boyunca hep birlikte Emek Sineması’nın yıkımına karşı çıktık; egemenler bunu görmezden geldi.
Bunun bir yıkım projesi olduğunu haykırdık; egemenler, aksini iddia edip bizlere göz göre göre yalan söylediler.
Bunca zamandır ortaya koyduğumuz itiraza rağmen Emek Sineması  20 Mayıs Pazartesi  günü dozerlerle yıkıldı.
Ama yağma yok! Mücadeleyi bırakmamakta kararlıyız!
Bu yıkımdan kimlerin sorumlu olduğunu biliyoruz. Peşinizi bırakmıyoruz.
Bakanlar Kurulu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Beyoğlu Belediyesi, İstanbul II no’lu Koruma Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, İstanbul Teknik Üniversitesi adına etik dışı rapor hazırlayan akademisyenler... Hepiniz hesap vereceksiniz!
İlk durak, Emek Sineması’nın yanı sıra bütün  Beyoğlu’nu adeta pazarlarcasına sermayeye açan, Ahmet  Misbah Demircan başkanlığındaki Beyoğlu Belediyesi. Emek Sineması inşaatına verdiği ruhsatla bu yıkımdan birinci dereceden sorumlu olan Beyoğlu Belediyesi’nin bu sorumluluktan kaçmasına izin vermeyeceğiz.  Hep birlikte belediyeye gidip verdiği ruhsatı iptal etmesini isteyeceğiz.
27 Mayıs Pazartesi 14.00’da Beyoğlu Belediyesi’nin önündeyiz.

EMEK BİZİM İSTANBUL BİZİM !



Emek Sineması'nda Bugüne Kadar Neler Oldu?

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Express Söyleşisi: Emek sadece bir sinema değil!


Emek sadece bir sinema değil!

2010’da İstanbul Film Festivali açılış töreninde öttürülen borazanlarla başlayan Emek Sineması mücadelesi üç yıldır tam gaz devam ediyor. Bu sene festivalin açılış günü Emek Sineması’nın işgal edilmesinin ardından, 7 Nisan’da yapılan büyük eylem polisin gaz ve tazyikli sulu müdahalesiyle engellenmeye çalışıldı. Kamer İnşaat salonun süslemelerini sökmeye devam ederken Yeşilçam Sokak’ta her hafta “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganları atılıyor. Emek Bizim İstanbul Bizim İnisiyatifi’ne bağlanıyoruz...

7 Nisan eyleminde gözaltına alınanlar hakkında Ceza Kanunu’nun memura mukavemetle ilgili 265. maddesi ile 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten altı yıla kadar hapis cezası talebiyle dava açıldı. Bu davayı neye yormalı?
Can Atalay: Toplumsal bir gösteride polis bir sınır çizmeye çalışır, muhalefet o sınırı kabul etmezse bu oluyor. İstanbul’da kent mekânı bağlamında muhalefet mahallelerde görünür olmuştu; bu, kentsel dönüşümün kent merkezindeki görünümüne ilişkin açılan ilk ceza davası. O açıdan tarihî. Polisle başlayıp polisle biten bir hazırlık soruşturması sonucunda açılmış bir dava. Gözaltına alınan dört arkadaşımız da polise ifade vermeyi reddetmişti, zira polis ifade alma makamı değildir. Şöyle bir gariplik de yaşandı: Savcı gece tutulmalarını ve sabah mevcutlu getirilmelerini istedi. Arkadaşlar geceyi geçirmeleri için Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Sonra birden, ona kamuoyu tepkisi sonucunda diyelim, salıverilmelerine karar verildi! Avukat arkadaşlara teslim edildiler, adliyede savcı şöyle dedi: “Yahu böyle saçmalık olur mu, ya suçüstü halidir, gece tutulur, sabah getirilir ya da sonra olur… Ben bunların ifadesini almam.” Savcı ifade almadı; ancak, ifadeleri alınmayan insanlar için polis tutanaklarına göre iddianame düzenledi. Çok söylenir, savcılık bu tür dosyalarda işlem yapmaz, polisin dediğine tâbi olur, ama bunun bu kadar göze sokularak yapılması da ilginç, ben bile şaşırdım. 12 Eylül’de, duruşma günü arkadaşlarımızın yanında, İstanbul Adliyesi’nde olacağız. Bu arada, kent mekânında sürdürülen mücadelenin bir hukukî mesele haline getirilmesi de egemenlerin genel tutumu.

Dava açılmasını bekliyor muydunuz?
Can: Bekliyorduk, ama böylesini değil. Polis toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefete zorladı, kamu malına zarar yönünde tutanakları var. Savcı bu konuda kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. İki maddeden dava açıldı: TCK 265-1, görevli memura direnme. Memur görevli miydi? İkincisi, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet. Kesinlikle bu kapsamda değerlendirilebilecek bir durum yok.

7 Nisan’a gelmeden önce, 31 Mart’taki işgali konuşalım. O nasıl oldu?
Deniz Özgür: 31 Mart’tan birkaç gün önce, Yeşilçam Sokak’ta bir hareketlilik gördük. Emek’in kapısına gittik. Kapıyı zorlayalım, içeri bakalım diye düşünürken kapı açılıverdi, kilitli değilmiş, hiçbir önlem almamışlar. İçeri girdik. Koltukların çoğunu sökmüşler, salonda iskeleleri dikerlerken onları bir nevi suçüstü yakaladık. Biraz görüntü aldık. Bir görevli ve iki işçi yanımıza geldi. “Ne yapıyorsunuz, yaptığınız işin adı nedir, bahsettiğiniz ‘moving’ yöntemi bu mudur?” diye sorduk. Bir şey söylemediler. Çok telaşlandılar. “Ruhsatınız var mı, niye bu kadar telaşlandınız?” dedik. Bizi zorla dışarı attılar. Kaydı internette yayınladık ve çağrı yaptık. İstanbul Film Festivali’nin açılışından iki gün evveldi. İki gün sonra, 31 Mart’ta Emek’in açılışını gerçekleştirdik.
Can: İçeri girme fikri vardı, ama buna ilişkin bir karar yoktu. Bir konuşma yaptım. Tek soru şuydu: “Biz sözümüzü söyleyip vicdanımızı kurtarmak için mi bütün bunları yaptık? Olan bitenin bütün mânâsı bu mudur?”
Deniz: Ardından, Atilla Dorsay her şeyin bittiğine, elden bir şey gelmediğine dair kendince dokunaklı bir konuşma yaptı. Sonra, SİYAD başkanı Tunca Arslan elden gelenin yapıldığını hatırlatan bir konuşma yaptı.

Bir veda konuşması gibi miydi?
Deniz: Evet. Konuşmalar bu minvalde devam edince “buraya yas tutmaya gelmedik” dedim. Herkesi mevzuya ortak etmek için konuşma yaptık. “Biz buraya girmeyi düşünüyoruz” dedik. İnsanlar alkışlarla cevaplarını vermiş oldu ve 2009’da kapanan Emek’in açılışını yaptık, içeri girdik.
Yıkımın böyle gizlice başlayacağını tahmin ediyor muydunuz?
Ayşe Özdemir: Böyle başlayacağını tahmin etmiyorduk.  Paravan koyarlar, biz de paravanları deviririz diye düşünmüştük.
Deniz: Aslında geç kaldık, bundan sonraki benzer süreçler için deneyim oldu, daha önce rahatlıkla içeri girebilirmişiz! Ama üç yıl boyunca, “böyle bir teşebbüste bulunmayalım, gayrımeşru ilan edilmeyelim, manipüle olmayalım” diye o kapıları açmadık. Son anda “işgal”i ya da “geri alma” eylemini benimsemiş olduk. İşgalin muazzam bir geriye dönüşü oldu. İçerideki durumu net bir şekilde ifşa ettik. İnsanların, eli kalem tutanların işgale ilişkin olumsuz bir söz söylediğini duymadım. Sadece, Levent Eyüboğlu şöyle bir laf etti: “İçeri girdiklerinde çok zarar vermişler.”

O gün Emek’in içinde yaklaşık 50 kişi üç saat boyunca bir nevi teftiş yaptınız. Neler tespit ettiniz?
Deniz: En önemlisi şu: Salona iskeleler kurulsa da, Emek’in tamamının rahatlıkla kurtarılabilir halde olduğunu göstermiş olduk. Umutsuz bir durum yoktu ortada. Evet, duvardan bir delik açılmış, oradan Serkildoryan’a giriş çıkışlar yapılıyor, ama Emek yerinde duruyor! Zaten eylemlerimizde bu vurguyu yaptık: Emek yerinde duruyor, onu hâlâ kurtarabiliriz. İşgalin 7 Nisan’daki eylemin zeminini hazırladığını düşünüyoruz. Diğer yandan, imkânsız görünen bu tür eylemlerin kararlılık ve iradeyle mümkün olduğunu anlamış, göstermiş olduk. Emek Sineması’nı kaybedersek –ki mücadeleye devam edeceğiz– mücadelemizin bir tortu, hafıza bırakacağını düşünüyorum.

7 Nisan’ın bugüne kadarki Emek eylemlerinden farkı neydi?
Can:  İşgalden sonra dolaşmaya başlayan görüntüler insanları çok öfkelendirdi. 7 Nisan’da, Emek’in önünde toplanıp sinemanın içini görmekti tek amaç. Ama eylemden birkaç gün önce, şirket Emek’in kapısını demir plakalarla kapamıştı. Bir baktık, polis Yeşilçam Sokak’ın girişine barikat kurmuş, zinhar içeri sokmuyor. Demirören’in önünde bir panzer hazır bekliyor. İstiklal Caddesi’nde yaklaşık üç bin kişi “Emek bizim, İstanbul bizim” diye bağırıyor. Önde birkaç kişi polisle tartışıyoruz. Duygu halimiz şu: Polis bize buradan bindirir, arkası da kaçar gider ve savruluruz.
İlhami Nisvan: Polis “sokağa giremeyeceksiniz” dedi. Biz de dedik ki: “Sokağa girmemizi engellemeye hakkınız yok. Bu bir protesto ve sokağa girmemeyi kabul etmeyeceğiz.” 45 dakikadan fazla polisle müzakere yapıldı, kimse dağılmadı, “aç aç, barikatı aç” sloganları atılıyordu.
Can: Polis biber gazıyla müdahaleye başladı. Panzerin önüne düşmüşüm, su yemişim, kalktığımda gördüğüm manzaraya inanamadım. Sinemacılar, meşhur oyuncular, yönetmenler polise karşı duruyor! Hayatım boyunca unutmayacağım sahne. Kaçmadılar! Onur Ünlü demiş ya, “gazı yiyince kaçmaya başladım, sonra dedim ki, niye kaçıyorum”. O ânı gördüm. Panzer su sıkıyor, kahverengi montlu bir adam elleri belinde duruyor. “Hocam az geri çekil” demek için gittim, baktım Erdal bakkal (Cengiz Bozkurt). Onur Ünlü de öyle duruyor!
Deniz: Erdal bakkalın sözlerine imzamı atıyorum: “7 Nisan, sinemacıların 1 Mayıs’ı oldu.”
Begüm Özden Fırat: Önce kaçanlar da geri geldi. İnsanlar polise doğru “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı atarak yürümeye devam etti. Gaza, tazyikli suya karşı gerçekten omuz omuza durdular.
Fırat Yücel: “Yeterince kalabalık değiliz” diye yakınılıyor ya, bu çok yanlış. Tek mesele, kararlı bir söylem tutturulamaması. Sinemacılar bugün gösterdikleri kararlılığı en başından gösterseler her şey farklı olurdu.  
Hikâyenin başına, 2010’a dönelim. Emek Sineması mücadelesi nasıl başladı?
Begüm: 2009’daki Filmekimi’nin ardından Emek sessiz sedasız kapandı. Bunun üzerine, birbirlerini farklı alanlardan tanıyan birkaç kişi bir araya geldik. İlk andan itibaren, sadece sinema salonu üzerinden konuşmamaya karar verildi; sinema salonu başlı başına da önemli, ama kentsel dönüşümün nasıl bir garabet olduğuna ilişkin de acayip simgesel önemi var, burada da pozisyon alalım diyerek yola çıktık. Önümüzde İstanbul Film Festivali vardı. Malûm, Emek festivalle özdeşleşmiş bir mekân, buradan başlayalım dedik. Festival açılışı öncesi, festivalin Emek’te başlayacağını duyuran İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi (İKSV) imzalı bir çağrı yaydık. Bu hızla dolaşıma girdi, insanlar bu açılışın gerçek olduğuna inandılar. Ardından, 2 Nisan 2010’da, Bülent Eczacıbaşı ve Ertuğrul Günay’ın festival açılış konuşmaları oyuncak borazanlar öttürülerek bloke edildi. “Emek Sineması’nı yıkacak mısınız” diye bağırdık. Salon alkışa boğuldu. O sırada televizyonun canlı yayını vardı. Bu ilk hamleydi ve oldukça başarılı oldu. Eylemin ardından, TMMOB’tan Mücella Yapıcı şöyle diyordu: “Mimarlar Odası olarak bu projeye uzun zaman karşı çıktık, ama dört minik borazanla bir şeyler duyulur hale geldi, demek ki işimiz o kadar zor değil.”
Can: Mevcut sınırları kabul etmez hale geldiğimizde esaslı işler başarabiliyoruz. Sonuçta ne olacağı bilinmiyordu, borazan çalanların başına iş açılabilirdi. Yine de, arkadaşlar o eylemi yaptı. Emek Sineması meselesi ülkenin gündemine girmiş oldu.
Begüm: O eylemin çağrısını İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi ismiyle yaptığımız için İKSV bu işe zorla da olsa dahil oldu. Ama asıl mücadele elbette sokakta verildi. 2010’dan beri süren mücadele sadece Emek için değildi. Yeşilçam Sokak’ı tutmak, o sokak özelinde sokakları, meydanları geri almak talebi de sürekli dile getirildi. Borazan eyleminden sonra, 3 Nisan’da, İstanbul Film Festivali’nin çakma açılışında, o zaman inşaat halindeki Demirören AVM’nin panellerinden Serkildoryan’a gerdiğimiz perdede Vertov’un “Kameralı Adam”ını izledik. O sene festival kapanışını da Yeşilçam Sokak’ta yaptık, Plastik Lale ödülleri dağıtıldı. Daha sonra, “Hababam Sınıfı”nı ve “Sultan”ı da yine sokakta seyrettik. “Ekümenopolis”i seyrettiğimiz akşam, her taraf pankart ve dövizlerle süslenmişti. Orada Yeşilçam’ın bayağı rüzgârlı bir sokak olduğunu fark ettik. Acayip soğuk bir kış akşamı yüzlerce insan sokakta oturup İstanbul’un yıkımını anlatan filmi seyrediyordu. Sonunda da Direnişin Ritmleri eşliğinde sloganlarla caddede yüründü. Temmuz 2010’da, “Hepimiz Bilirkişiyiz” yürüyüşünü takiben Emek’in önünde “1. Geleneksel Emek Şenliği”ni düzenledik. Luxus’un, Hariçten Gazelciler’in çaldığı şahane bir sahne kuruldu. 24 Aralık 2011’de, Emek Sineması nöbetinde kurulan çardaklarda yüzlerce kişi bir aradaydık. Mücadele forumu yaptık, İnci Pastanesi’nin mutfağında pişirdiğimiz çorbaları paylaştık. 12 Eylül darbesinin ardından ilk 1 Mayıs kutlamasının ‘87’de Emek Sineması'nda yapıldığını hatırlayarak 1 Mayıs 2011’de “Tekrar Merhaba 1 Mayıs” kutlaması yaptık. 2011 mayısı boyunca her pazar Yeşilçam Sokak’taydık. Feministival sokak işgali gerçekleştirildi, kentsel dönüşüm forumu düzenlendi. Aynı yıl, Documentarist Festivali kapanışı yine Yeşilçam’da yapıldı. Okuluma Dokunma İnisiyatifi sokakta bir sergi düzenledi. İşçi Filmleri Festivali çerçevesinde film gösterimi ve söyleşi düzenlendi.
Farklı alanlarda faaliyet gösteren grupların Yeşilçam Sokak’ta eylemler yapması, sokağı kullanır hale gelmesi hedeflerinizden biri miydi?
Begüm: Temel saik kamusallık ve sokak arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, sokakların, meydanların, mahallelerin, bu kentin bizlerin olduğunu, kullanıcıları tarafından üretildiğini göstermekti. Aynı zamanda, kentsel dönüşüm alanlarında sıkça uygulanan bir taktiktir, Yeşilçam Sokak da bilinçli bir şekilde ıssızlaştırılmaya, insansızlaştırılmaya, kriminelleştirilmeye çalışılıyordu. Orada varolmak, bu bilinçli harekâta karşı kendi alanlarımızı savunmak anlamına geliyordu. Sonuç olarak, üç yıl boyunca o sokak bir yaşam alanı haline geldi, mücadelenin hafızası Yeşilçam Sokak’ta cisimleşti.

“Bir sinema için, profiterol için mücadele edenler” olarak algılandığınız da oldu… 
Begüm: Çevremizdeki insanlar buraya yeni yeni kulak kabartıyor. İlk metinlerden itibaren iki hat dile getirildi. Birincisi, Emek ve Serkildoryan binalarının Sosyal Güvenlik Kurumu’na, yani kamuya ait olduğu, bu nedenle sermayeye devredilemeyeceği. Kamuyu devlet olarak değil, mekânların geçmiş ve gelecekteki kullanıcıları üzerinden tanımlıyoruz; en geniş anlamıyla kent sakini diyebiliriz. “Biz”in sadece söz hakkının değil, karar verme yetkisinin olduğunu, “kamu yararı” dedikleri şeyin bizzat kamunun kendisi tarafından belirleneceğini söylüyoruz. Dolayısıyla, mekânların soyut değişim değeri yerine somut deneyimden kaynaklanan kullanım değerini ön plana çıkartıyoruz. Bu nedenle, her metinde şu vurguyu yapıyoruz: “Bu alanlar üzerindeki her türlü kullanım hakkı kamunundur ve kolektiftir. Bu nedenle, nazarımızda meşru ve esas olan Beyoğlu Belediye Başkanı, Kültür ve Turizm Bakanı, Yenileme Kurulu Üyeleri ve Kamer İnşaat gibi kurumların ve şirketlerin çıkarı değil, kamu yararı ve kararıdır.”

Sözünü ettiğiniz ikinci hat neydi?
Begüm: Siyasî iktidarın kentsel dönüşüm adını verdiği sürecin sadece bazı mahallelerde değil, kentin her alanında gerçekleştiği vurgusu. Bu nedenle, Fener - Balat - Ayvansaray’da, Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Başıbüyük’te, Dikmen’de ve elbette kırda, Senoz’da, Tortum’da, Gerze’de, Solaklı’da yaşam alanlarının yok edilmesine karşı verilen mücadelelerle Emek mücadelesinin ortak olduğu vurgusunu sürekli yapıyoruz.
Ayşe: Bu binaların pek konuşulmayan bir tarihi var. Serkildoryan yapı külliyesinin ilk sahibi Abraham Paşa. Sonra, Saltiel ve Arditi isimli kişilerin mülkiyetine geçiyor. Varlık Vergisi zamanı, önce belediyeye “satılıyor”, sonra Emekli Sandığı’na geçiyor. Bu mekânların tarihi bir gasp tarihini de imliyor.
Deniz: Mücadeleyi kent, kamusal alan mücadelesi üzerinden kurduk. Emek bizim, İstanbul bizim” sloganı herkes için farklı anlamlar taşıyor. Bu, David Harvey’in kentine sahip çıkma bilinci olarak tanımladığı “kent hakkı”nın İstanbul’daki karşılığı. Yaşadığın kentteki bir dönüşüme, müdahaleye itiraz ediyorsun. İtirazın birçok gerekçesi olabilir, evin yıkıldığı, parkın, sineman elinden gittiği için itiraz ediyor olabilirsin. “Biz” olmanın karşılığı bu; bir devlet, kamu binasına sahip çıkmak değildir. Devlet - özel mülkiyet ikiliğine sıkışmadan, ikisini de savunmadan kullanım üzerinden bir hat çizmeye çalışıyoruz. “Kim karar veriyor?” sorusu esastan bir itirazı mümkün kılıyor.
Can: Biz de burada yaşıyoruz, Emek Sineması’yla ilgili yaptığınızı gördük ve itiraz ediyoruz! İstanbul’la ilgili bin tane numara çeviriyorsunuz, bunları görüyoruz, bunlara itiraz ediyoruz, gücümüz yetiyorsa engelleyeceğiz. Mesele budur!

Üç yıldır sizi sokakta takip eden, eylemlere katılan bir kalabalık var. 7 Nisan eylemine iki bin kişi gelmişti, daha çok kişinin katıldığı eylemler de yaşandı. Bu mücadeleyi sahiplenen, eylemlere gelenler sizce kim?
ilhami: “Emek bizim, İstanbul bizim” diye sokağa çıkanların spektrumu geniş. Herkes aynı sebeple orada değil, sadece Emek Sineması’nın korunması için orada olanlar da var. Ama kentsel dönüşümle ilgili Emek artık bir sembol, o sembolü yaratmak için oradaydık. Kentsel dönüşümü görünür kılmak mücadele alanı yaratmanın pratik bir yöntemi olduğu için de orada olanlar var.
Can: Bir mücadele, hareket kitleselleştiği oranda, çeşitli katmanların, toplumsal kesimlerin kendi taleplerini orada görmesi mümkün. Esas mesele, bunun nasıl kurulduğudur. Elbette kişisel hikâyeler var, Emek Sineması benim için önemli bir yerdi, kendimi bildim bileli önemsediğim bir sinema salonuydu. 12 Eylül sonrasında ilk 1 Mayıs kutlamasının Emek’te yapıldığını hatırlıyorum. Çocuktum, bizimkilerin hukukî sorunları nedeniyle salona gidememiştik, uzaktan bakıp iç çekilmişti.
Ayşe: Emek Bizim’in blog’undaki “kurucu” metinler kentsel dönüşüm ve sınıf meselesinden bahsediyor, ama yaygın medya işin o kısmını görmezden geliyor. Daha ziyade, şanlı şöhretli insanların kişisel hayat hikâyeleri üzerinden konuşuluyor. Geçenlerde bir arkadaşımız tanık olduğu bir konuşmayı aktardı. Emek’in yerinde korunması için mücadele eden ünlülerden biri arabayla giderken içinden geçtiği gecekondu mahallelerinin ne kadar korkunç, yıkılması gereken yerler olduğunu söyleyebiliyor. Büyük farklılıklar gösteren bir bileşenler topluluğu var. Bizim sınıf vurgumuz, kentsel dönüşümün, soylulaştırmanın bir sınıf mücadelesi olduğu sözümüz pek duyulmadı.
Can: Buna tam katılmıyorum. Evet, söylediğin doğru, ama sorun şu: Sınıf davası dediğin, gönül gözüyle bakmakla alâkalı. Biz sinema salonuyla ilgili pratiğin içinden bir dil türetmeye çalıştık. Kendi meşrebimizce başardık. Egemen algıda, bütün o kitle iletişim araçlarının pompaladığı bilgi içinde bir yere kadar başarılı oluyorsun. Sinemacılar da aslında bizim dediğimizi işitiyor. Atilla Dorsay ne dediğimizi işitmediği için öyle konuşmuyor; ne dediğimizi işitiyor, bize destek de atıyor, ama bir yandan da hayattaki pozisyonu bu.
Son eylemlerden sonra, solun bugüne kadar sizi eleştiren kesimlerinde bir tutum değişikliği gözleniyor. Solda yer alan grupların, kişilerin kentsel mücadeleyle ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Ayşe: Polis şiddetine maruz kalınca bir yakınlık hasıl oldu herhalde. Yazılanları okusalar, derdimizin ne olduğunu bilirlerdi. Bir arkadaşın söylediği gibi, koskoca bina İnci Pastanesi iyi profiterol yapamadığı için yıkılmıyor, öyle değil mi?
Deniz: Solun kent mücadelesine yabancılığıyla alâkalı. Bunu Taksim Meydanı’ndan da okumak mümkün, kalesi olan alana bile sahip çıkamayan bir sosyalist soldan bahsediyoruz.
Can: Halkevleri’nin kentsel mücadeleye yabancı olduğunu ne kadar söyleyebilirsin, Bir Umut Derneği hakeza. Sorun şu, sol esas olarak bu tür bahisleri bir örgütlenme alanı olarak görüyor. Bir mahallede bir pozisyon alırsın, o mahalleyi örgütlersin. O mahallede örgütlenirken hem siyasî hem teknik hem de örgütsel birtakım kazanımların olur. Kent merkezinde bir mekân, burada kamusallık bahsi üzerinden pozisyon tutmaya çalışan bir grup insan; mücadele tarihimiz açısından yeni bir model bu. Ankara’daki Şinasi Sahnesi için denemeler var, ama İstanbul bu açıdan ileride. İkincisi de, herhangi bir sol örgütün, yapının işi değil bu. Sol açısından son on yılın karakteristik özelliği, korunaklı alanlara çekilmesi. Her ekibin çeşitli başlıkları var, herkes kenara çekildi ve “kendi” işini yapıyor; başkasının işine az bakıyor, yayınını az okuyor, devrimci merak ve hevesler de azalıyor. Emek eylemi insanların hareketlenmesini, gruplar arasında bir etkileşimin artmasını sağladı. Taksim örneği çok güzel, Taksim’de paravanlar aşağı indirilirken dönüp bakmayanlar, bugün “1 Mayıs’ı bir alan tartışması içine sıkıştırmamak lâzım” diye açıklama yapıyor. Taksim Meydanı’nın canına okunduktan sonra meydanın 1 Mayıs’a kapatılmak isteneceği, asıl hedefin bu olduğu çok açıktı. Biz o yüzden yırtındık. Bizim de, solun da üzerinde ağır bir vebal var, engel olamadık. Bize sürekli sorulan bir soru daha var: “Tarlabaşı’nda neredeydiniz?” Vallahi oralarda da çok debelendik. Bizim tanıştığımız yer orası. Tarlabaşı meselesi utancımız. Bu memlekette sol diye bir şey varsa, Tarlabaşı’nda yapamadıklarımız nedeniyle utanmalıyız.

Bu mücadeleyi destekleyen, örgütleyen sinemacılar da var. Altyazı dergisi sürecin bir parçası oldu. Sizin Emek mücadelesine katılmanız nasıl oldu?
Senem Aytaç: Arkadaşlarımız İstanbul Film Festivali’nin 2010’daki açılışında borazan öttürme fikrini paylaştığında her şey bizim için de başlamış oldu. Biz doğrudan Emek üzerinden bağ kurduk. Ama, durumu kelimelere tercüme ettiğinizde mevzu hemen berraklaşıyor: Kamuya ait bir mekân sermayenin hizmetine sunuluyor, insanların iradesi hiçe sayılıyor, üzerinde yaşadıkları kente dair hiçbir söz haklarının olmadığı yüzlerine vuruluyor. Kentsel dönüşümün her veçhesinde bu çelişki bu kadar net görünemiyor olabilir; Emek Sineması’nın bunu görünür kılabileceğine, bir simge olarak işleyebileceğine erken uyandık. Mahallelerdeki direnişler orada yaşayan ve kent mücadelesinin içinde olanlar dışında genişleyemiyor, ama kent merkezindeki bu sinema salonu birçok kişinin hayatında yer eden bir mekân olduğu için daha geniş bir kitleyle temas edebiliyor. İster sadece bir sinema olduğu için, ister kültürel miras, toplumsal hafıza için, ister tarihî bir bina olduğu için, ister kent hakkı için, sebebi ne olursa olsun insanların bu mücadele etrafında bir araya gelmesi çok kıymetli.
Fırat: Bizim kuşağımızla önceki kuşakların buluştuğu yer Emek Sineması. Emek geçmişle şimdiyi bir araya getiriyor, bizim kuşağın da tarihi var orada: Yıllarca orada filmler gördük, festivalleri takip ettik, orada buluştuk, orada hayal kurduk. Emek, bütün kuşakları bir araya getiren bir sinema. Ama, bizden önceki kuşaklarda büyük bir yıpranmışlık, yılgınlık var. Emek’in yıkılacağı haberini duyduklarında “iş işten geçmiştir zaten” bakış açısıyla yaklaşıyorlardı. Kendilerini o kadar yenik kabul etmişler ki, akıllarına ilk gelen “Emek yıkıldıktan üç-beş yıl sonra nostaljisini nasıl yaparım” diye düşünmek oluyor sanki. “Bu kamu malı, biz burada hak iddia edebiliriz” dediğimizde “hep böyle oluyor, kapıyorlar, yıkıyorlar” gibi cevaplar alıyorduk. Şu sorunun yanıtını da hep aradım: İnsanlar neden bu kadar yılmış, bu yılgınlığı tekrardan kararlılığa dönüştürmenin bir yolu var mıdır? 

Emek Sineması’nın ortadan kaldırılıyor olması, ticarî olmayan filmler üretenleri, bağımsız sinemacıları da doğrudan etkilemiyor mu?
Senem: Açılacak olan AVM’nin içindeki sinema zincirini büyük ihtimalle Cinemaximum alacak. Şu anda gösterim alanındaki tekel, Türkiye’deki salonların üçte birine sahip, yıllık bilet hasılatının yüzde 50’den fazlasını kazanıyor. Bu, özellikle bağımsız film yapanlar için büyük bir tehlike, filmlerini gösterime sokacak salon bulamıyorlar ve bu giderek daha da zorlaşacak. Çünkü artık Cinemaximum’ların da sahibi olan Mars Entertainment Group sadece salon işletmecisi değil, aynı zamanda dağıtım ve prodüksiyon da yapan bir şirket. Bütün endüstriye hâkim bir pozisyona geliyor. Bu yüzden de Emek gibi bağımsız salonlara sahip çıkmak daha da önemli. Bugün, yirmi yıl öncesine göre, film üreten insan sayısında artış var, bağımsız yapımcılar, dağıtımcılar var, ama gösterimdeki gidiş tam tersi yönde olunca bütün bunlar çok da anlamlı olmamaya başlıyor. Emek Sineması üzerinden sadece kent mücadelesi değil, sinemacıların da örgütlü mücadelesi başka alanlara yayılsa keşke.  
Mars Entertainment Group !f Bağımsız Filmler Festivali’nin de sponsoru, değil mi?
Senem: Evet, bu büyük absürtlük. Bu arada, İstanbul Film Festivali Cinemaximum’un salonlarını, yani Fitaş’ı mesela festivalde kullanamıyor artık. Emek Sineması yerine yapılacak olan AVM salonlarını da kullanamayacak büyük ihtimalle. Geriye Atlas ve Beyoğlu sinemaları kalıyor ki, onların akıbeti de belli değil.
Fırat: Konu İstanbul Film Festivali’yle de sınırlı değil, 2009 öncesindeki beş-on yıllık dönemde Emek çok farklı festival ve kurumlar tarafından kullanıldı. İşçi Filmleri Festivali’nin açılışlarını yaptığı, pek çok film galasının gerçekleştirildiği, !f İstanbul’un bile ek gösterimlerini yaptığı bir yerdi. Aslında, bir ortak kullanım alanına dönüşme ihtimalinin hissedildiği kritik bir zamanda kapatıldı. Tam bu noktada kapatılan bir sinema için mücadele etmeyeceksin de, ne için mücadele edeceksin? “Emek’in etrafında bir kültür oluşmamıştı” diyenler var. Daha utanç verici bir yalan olabilir mi?
Senem: “Ticarî olarak bu tip salonlar artık kendini idame ettiremiyor, bu yüzden kapatılmaya mahkûm” deniyor. Bu söylemin taşıdığı ideolojiyi şimdilik bir kenara bırakalım; büyük sinemaların iş yapmamasının somut sebepleri var. Büyük bir salonun çok sayıda seyirciye ihtiyacı var. Daha çok seyirci çekmek için idareciler gişesi çok olan filmleri gösteriyorlar. Ama gişe canavarlarını izlemek isteyenler zaten Emek’e gitmiyor ki, AVM’de izliyorlar o filmleri. Kültür Bakanlığı filmleri senaryodan itibaren destekliyor, ama o filmlerin gösterileceği salon yoksa bunun ne anlamı var ki?
Son eylemlerle sinemacıların politik açıdan aktifleştiği söylenebilir mi?
Fırat: Aslında, sinemacılar gayet bilinçli, kentte neler olduğunu tabii ki biliyorlar. Beyoğlu’nda dolaşsak, hangi hana ne olmuş, neresi nasıl dönüşmüş, hangi sinema ne zaman kapatılmış, hepsini anlatabilirler. Filmlerinde de vardır. Misal, Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın 1980’lerdeki dönüşümüne “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de (Atıf Yılmaz, 1987) tanık olabilirsiniz. Bugün sinemacıların yaşadığı şey müdahil olma sorunu; kendini bir aktör olarak görüp görmeme sorunu. Sinemacılara söyleyebileceğimiz tek şey şu: Bu sinemanın yıkımına karşı durabilir, bu süreçte önemli bir aktör olabilirsiniz. Meslek birlikleri artık bu işin parçası, mücadeleyi sürdürmeyi düşünüyorlar. “Emek Yerinde Güzel” sloganında olduğu gibi Emek’in yerinde korunması taleplerini ortaya koyuyorlar. Sinemacıların Emek için önerisi, sinematek haline getirilmesiydi.
Senem: Bize uzun zamandır sorulan sorulardan biri “yıkılmasın diyorsunuz da, ortaya projeye koyuyor musunuz?”. Öncelikle, bu yapı adasında varolan binaların olduğu gibi onarılması, deprem güvenliğinin sağlanması ve eski haliyle iadesi gerekiyor. Bundan sonraki aşama ise buranın nasıl işletilebileceği. Biz “kamu” derken, burayı devlet işletsin diye talep etmiyoruz. Kimseye hazır bir proje sunmak gibi bir niyetimiz de yok. Fakat gördüğümüz kadarıyla, insanlarda ortaklaşa bir süreçle ortaya konabilecek, bağımsız, ticarî olmayan bir modelin oluşabileceğine dair bir tahayyül bile yok; bir kooperatif modeli örneğin. Documentarist’ten Filmmor’a, İşçi Filmleri Festivali’ne birçok oluşumun salona ihtiyacı var. Ayrıca, salon bulamayan yerli ve yabancı yapımlar var. Emek’in geleceği sendika, meslek örgütleri, sinemacılar, kültür-sanat üreticileri, kent aktivistleri, sivil toplum kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerinin katılımıyla yapılacak tartışmalarla, son kararın da demokratik ve kamu yararına olacağı garanti altına alınarak belirlenebilir ancak.

Bir de İstanbul Kültür Sanat Vakfı var. Emek İKSV için de bir kayıp. İKSV sizin için neyi temsil ediyor?
Fırat: İstiklâl’de İKSV’nin gösterimlerini yapabileceği bu kadar büyük bir salon yok. Yabancı konuklar için cazibesini, festival ruhunu bir kenara bırakın; sırf bilet satışı açısından bile İKSV için Emek’in bulunduğu yerde restore edilmesi çok önemli.
Senem: İKSV dediğimiz, Eczacıbaşı’nın başında olduğu, kurumsal ve büyük bir yapı. Ama bir yandan da bu kurumda, örneğin Film Festivali’ni düzenleyen ekipte çalışan bireyler var. Bu ikisini ayırmak lâzım. Kurumun tavrıyla orada çalışanların tavrı aynı değil. İKSV çalışanlarının çoğu mücadeleye başından beri destek verdi.
Bu yıl festivalin kapanış töreninde “Emek Yerinde Güzel” dövizlerinin açılmasını çok anlamlı bulan, İKSV’nin protestoları daha da etkili hale getirdiğini düşünen geniş bir kesim var. İKSV’nin bu eyleme “destek vermesini” nasıl değerlendiriyorsunuz?
Begüm: En başa dönersek, 2010’daki festival açılışındaki borazanlardan önce, İKSV bu konuda hiçbir şey söylemiyordu. Bir şekilde laf söylemek zorunda bırakıldı. Şunu da belirtmek lâzım, 2010 açılışındaki eylem Eczacıbaşı ve Ertuğrul Günay özelinde doğrudan sermayeye ve siyasî iktidara yönelik bir müdahaleydi. Aynı zamanda, orada bulunanlara ve canlı yayında izleyicilere Emek’in başına gelecekleri duyurmanın bir yoluydu. Diğer yandan, İKSV’yi hem pozisyon almaya zorladı, hem de İKSV’yi sıkıştırarak bir nevi sıçrama taşı olarak kullanmaya yaradı. İKSV projenin mimarının katılımıyla Emek’in durumuna dair bir toplantı düzenlemek durumunda kaldı. Bu toplantıyı “Emek Sineması’nın geleceğini, oraya dozer sokmaya hazırlanan inşaat firmalarıyla ve doğası gereği sadece kâr oranıyla ilgilenen ticarî işletmelerle tartışmak abestir” diyerek protesto ettik. Aslında, başından beri İKSV ittirilmeden harekete geçmedi; bu da zaten böyle bir kurumdan beklenecek şey değil. Sonuç itibariyle, kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın, İKSV bir sermaye iştirakidir, kendisini siyasî iktidarın karşısında konumlandıramaz. Aralık 2011’de, mahkemenin bilirkişi raporlarını hiçe sayarak yürütmeyi durdurma kararını iptal etmesi üzerine Emek Bizim’in eylem çağrısının hemen ardından İKSV, “Emek'i bize verin, altı ayda projelendirir, kültür-sanat merkezi haline getiririz” önerisinde bulundu. Bu öneri Ahmet Misbah Demircan’ın “emir büyük yerden, yapacak bir şey yok” diyerek reddettiği bir proje olarak görmezden gelindi! O zaman yaptığımız açıklamada sermayenin sosyal sorumluluk, kültür ve sanat hamiliği çerçevesinde kamu mekânlarını yeni yatırım alanlarına çevirmesine itiraz edip tartışılmadan, kapalı kapılar arkasında gerçekleştirilmeye çalışılan her türlü “projeciliğe” karşı olduğumuzu belirtmiştik. Asıl cevabı da 24 Aralık eyleminde, “Emek sermayeyle uzlaşmayacak!” pankartıyla sokakta verdik.

İKSV’nin önerisi neydi?
Begüm: Kültür turizmi nosyonuna dayanan bir kent tahayyülünün kurucu aktörlerinden biri İKSV, hatta en önemlisi. Hem kültürü ticarîleştiren hem de kenti dönüştüren aktörlerden biri. Öyle değilmiş gibi davranmak herhalde saflık olur. Taşıyıcısı olduğu kültürel ya da yaratıcı endüstriler söyleminin sermaye tarafından götürüldüğü zirve noktalarından biri, Emek Sineması’nın yıkılıp yerine multiplex yapılmasıdır. Bu da sermayenin ironisi olsa gerek.
İlhami: İKSV’nin yönetim kurulunda Ahmet Misbah Demircan ve Kadir Topbaş da yer alıyor. 7 Nisan eyleminin ardından İKSV’nin gözaltına alınanlarla ilgili kınama açıklaması yapması, bu açıklamayı yapanlar arasında Demircan ve Topbaş'ın da bulunması manidar!

Emek Sineması’nın yerine yapılacak olan son projenin içeriği nasıl?
Can: Öncelikle, Serkildoryan birinci derecede tarihî yapı olduğu için şirket onu korumakla yükümlü. Ama bu alan bu haliyle yeterince kârlı görülmüyor, bir yerden hacim kazanmaları gerekiyor. Bu nedenle, Emek’in olduğu binanın içindeki ada yapılar yıkılıyor, buraya devasa bir kütle yapılıyor. Pasaj, içinde on sinemanın ve “çakma” Emek’in, mağazaların olacağı yeni bir yapıya dönüştürülüyor; yani, tam anlamıyla “yağsız et”. Kent merkezindeki koca bir yapı adasını istedikleri gibi yapacak, satacak, kiralayacaklar.
Ayşe: İnsanların sokakla bağının kesildiği bir mimarî düzenleme, çok önemli bir müdahale. AVM’ler insanların hareketlerinin sürekli ve sıkı biçimde denetlendiği, mimarî düzeneklerle belirli davranış ve tüketim kalıpları içinde harekete zorlandığı mekânlar. Metro duraklarının AVM çıkışları olması tesadüf değil. AVM’de sinemaya giden biri, önce meşhur kahvecilerden birinde kahvesini içer ya da yemek yer. Sokakla temas minimuma indirilmeye çalışılıyor. Yeni bir tüketim kültürü empoze ederken insanları hapseden mekânlar AVM’ler. “Emek’e sokaktan girilir” önemli bir slogan.
Kamer İnşaat, Beyoğlu Belediyesi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı sürekli “Emek yıkılmıyor, taşınıyor” diyor. Sözü edilen “moving” nasıl bir teknik?
Can: Moving pek kabul gören bir teknik değil; başka türlü korunması mümkün olmayan yapıların kamu yararı gözetilerek aynen taşınması anlamına geliyor. Mısır’da Asvan barajının tehdidi altında olan Abu Simbel Tapınağı’nın taşınmasıyla adı anılıyor. İnşaat şirketi sürekli Milano’daki La Scala opera binasını örnek veriyor, ama La Scala’da salon aynen korunuyor; teknik bölümlerin olduğu yapıların yıkılıp yenisinin yapılması söz konusu, yani La Scala’nın konuyla alâkası yok. Allianoi antik kentinde, baraj yapımı nedeniyle bile taşımanın kabul edilmediğine dair görüşler var. Danıştay’ın da bu konuda kararları var. Emek’te böyle bir zorunluluk yok. Bu teknikleri tartışmamız bile abes. Emek, Osmanlı’nın erken betonarme döneminin önemli örneklerinden biri, sahnenin üzerine inanılmaz betonarme kirişlerle geçiliyor. Bu kirişlerin korunması şart. Projenin öngördüğü şekilde süslemelerin taşınması bir şey ifade etmiyor. Emek’teki sahnenin yapısı, akustiği, dönemi yansıtan detaylar yeni yapılacak sinemada olmayacak. Daha önceden yıkılmış locaların yeniden yapılacağı ve gerçek Emek’in yeniden inşa edileceği iddia ediliyor. Bu tip yapılarda dönemsel müdahale olabilir, ama bu kadar büyük bir müdahale hiçbir zaman söz konusu olmamış. Yapının bütün dönemlerde geçirdiği dönüşümlerin belirlenmesi, restitüsyon çalışmasının yapılması, uzmanlar tarafından tartışılarak belirlenmesi gerekiyor. Emek’in dördüncü kata taşınması, altına dükkânların yerleştirilmesi kabul edilebilir değil. Bunlar restorasyon ya da restitüsyon çalışması değil, tamamen yeni bir yapı önerisi, ama açıkça söylemiyorlar.
Ayşe: Bu noktada, hem koruma kurullarının hem de bilirkişilik müessesesinin işlevini tartışmak gerekiyor. Bu projeler kurullardan geçiyor. Tarlabaşı’nın yıkımına, insanların yerlerinden edilmesine, Emek Sineması’nın yıkımına karar veren, bunu gerekçelendiren mercilerden biri de koruma kurulları. Dava açıldığında hâkim bilirkişi raporuna göre karar veriyor. Emek Sineması davasında bir hukuk skandalı söz konusu. İTÜ Mimarlık fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kutgün Eyüpgiller hem Kamer İnşaat’ın projesinin resmî danışmanı hem de kurul kararının dayanağı olan ve yıkıma onay veren raporda bilirkişi. Tarafsızlık ilkesine, meslek etiğine ne oldu? Mevcut hukuk ihtiyacı karşılamadığında, sermaye kendi hukukunu da ayaklar altına alıyor.
Peki, bu kamusal mülkün Kamer İnşaat’ın eline geçmesi nasıl oluyor?
Can: ‘93’te yap-işlet-devret modeliyle Kamer İnşaat’a 25 yıllığına veriliyor. Ancak bu 25 yıl, şirket binayı teslim aldığı andan itibaren başlıyor. Teslim aldığı tarihi Aralık 2012 olarak kabul ediyor Kamer İnşaat. Sözleşmedeki hükümlerden biri diyor ki, Kamer İnşaat yeni ortak alamaz; fakat, ticarî sicil kayıtlarında açık olarak gözüküyor, 2009’da birden çok yeni ortak giriyor. İkinci hüküm de şu: Bu sözleşmenin ayrılmaz eki Halil Onur isimli —Taksim Topçu Kışlası’nı da icat eden kişidir kendisi— mimarın çizdiği projedir. Projenin uygun bulunmasına dair bir kurul kararı var. O kurul kararının iptali istemiyle İnci Pastanesi’nin işletmecisi Musa bey (Ateş) gibi oradaki esnaf dava açıyor. O karar, örneğin altında otopark olması gibi sebeplerle iptal ediliyor ve Danıştay iptal kararını onaylıyor. Bugünkü proje iptal edilene çok benziyor. Ortada sözleşmeye aykırı olarak yeni ortaklar var. Mimar Halil Onur’un çizdiği ayrılmaz ek olarak tanımlanan proje iptal edilmesine rağmen yeni proje de ona dayanıyor. Yani varolan bu sözleşme uygulanamaz. Başka bir sözleşme varsa da gizliyorlar. Şu an görmediğimiz başka isimlerin de bu işin içerisinde olduğuna dair bir fikre sahibim. “Emir büyük yerden” deniyorsa, onun işaret ettiği yer bellidir. Sonuç itibariyle, şirket bu projeyi yapacak olursa —ki biz yaptırmayacağız— işletecek, sonra da devredecek. Bütün yap-işlet-devret modellerinden biliyoruz ki, adam yapar, işletir ve devretmeye yakın hiç masraf yapmaz, devlet geri alabiliyorsa bir çöküntü halinde alır. SGK, bu süreç boyunca tek bir açıklama yapmadı. Halbuki bu binaların bakımını ve gözetimini yapmayan, yani Kültür Bakanı’nın “görüyorsunuz, zaten yıkılıyor” diyebildiği durumdan sorumlu kurum bizzat SGK’dır. Proje tamamlandığında SGK’ya bu işten hiçbir şey düşmeyecek. Kültür Bakanlığı’na zaten bir kuruş düşmüyor. Beyoğlu Belediyesi “Allah bin bereket versin” durumunda.

Emek Sineması projesi Beyoğlu’ndaki dönüşümün bir parçası, öyle değil mi?
Begüm: Tarlabaşı yıkımında, Demirören AVM’de maalesef çok ses yükseltemedik. Bunlar puzzle gibi. Plan ve projeleri ortaya dökülmeden yapılıyorlar. Sermaye açısından bakıldığında da aslında “bu daha başlangıç” denebilir. Emek meselesini Beyoğlu dönüşüm projesi içinde görmek gerekiyor. Taksim “yayalaştırma” projesi, Topçu Kışlası da bunun bir parçası. Tarlabaşı’nda cânım binaları yıkıyorlar, yerlerine yapılan binalarda sadece göstermelik cepheleri koyuyorlar. Bu binalarda kapı olarak görünen mimarî detaylar kapı değil. Burada yaşayacak insanlar arabalarıyla doğrudan binaların otoparkına giriş yapacak. Tarlabaşı’nda trafiğin yeraltına alınmasının neye hizmet ettiğini de görüyoruz. Bu projedeki binaları “dışarıdaki muhit güvenli değil; güvenli hale getirilinceye kadar dışarıyla bir alâkanız olmayacak” diyerek satıyorlar. Parçaları birleştirerek düşününce büyük resim ortaya çıkıyor. Taksim Meydanı 1 Mayıs alanı olduğu için bu muameleye maruz kalıyor, hem Gezi Parkı’na AVM yapımı hem de Taksim projesi Tarlabaşı’nın önemli bir parçası, hatta başlangıcı. Dönüştürülmeye çalışılan Bedrettin Mahallesi’ni, İstiklâl Caddesi boyunca satışa çıkarılan ve butik otellere çevrilecek Narmanlı ve Hazzopulo gibi hanları, Perşembe Pazarı’nı ve bu aksın sonunda yapılacak Galataport’u düşününce projenin kapsamı daha net ortaya çıkıyor.
İlhami: Beyoğlu’ndaki “masa-sandalye” operasyonunu da bu rant projesi kapsamında görmek gerek. O dönemde esnaf müthiş bir kayba uğradı. Çoğunluğu Tarlabaşı’nda yaşayan yaklaşık üç bin kişi işten çıkarıldı. Mesele Ramazan’da içki içilmesi değildi; mesele civardaki binaların değerini düşürmek, “çöküntü” haline getirmek ve kolayca el değiştirmesini sağlamaktı ki, görüyoruz, başarılı da oldu. İmar planında “nitelikli konut alanları oluşturulması” ifadesi var. Bu, “üst gelir sınıfı için konut yapıyorum” demek. Kentsel dönüşüm dediğimiz, mekânın soylulaştırılması.  Alt sınıfların, yoksulların, “marjinal” ilan edilen toplulukların mahallelerden, bölgeden sürülmesi.

Emek eylemi sonrasında, Levent Eyüboğlu “Biraz kavga dövüş olacak, ama sonunda herkes helal olsun diyecek” dedi. Kim bu Levent Eyüboğlu?
Deniz: Türkiye’nin dört bir yanını AVM’lerle dolduran, en son Samsun’daki eski Tekel fabrikasını AVM’ye çeviren Multi Turkmall adlı şirketin CEO’su, Kamer İnşaat’ın da ortaklarından biri. Kamer İnşaat SGK’yla ilk sözleşmeyi imzaladığı için vazgeçilemeyen bir ara yapı. Bir yandan da arkadaki esas şirketleri ve ilişkileri görünmez kılan bir nevi paravan. Levent Eyüboğlu, sürecin görünen yüzü. Uzun süre, proje mimarı olarak tanıtılan Fatih Kesgün’ü gördük. Bilirkişi keşfinde, Kesgün bizzat bilirkişi heyetine mihmandarlık etmiş ve çok tepki almıştı. Daha sonra ortaya çıktı, projenin esas mimarı, o dönemde bir kurulda çalıştığı için projenin mimarı olarak gözükmemesi gereken ağabey Şerif Kesgün.
2011’den sonra, bir PR şirketinin de desteğini alarak Levent Eyüboğlu ortaya çıktı.
Bu PR şirketi ne yapıyor?
Deniz: Per İletişim adına bütün PR faaliyetlerini götüren ve projeyi şevkle savunan Yurdagül Erkoca’nın ismini utanarak analım. Yurdagül Erkoca “eski” solcu, ÖDP’li ve bütün PR faaliyetinin en görünen yüzü. Erkoca çok uzun süre sinemacıları ve gazetecileri ikna etmek için Eyüboğlu ile birlikte kapı kapı dolaştı. Söküm işlemleri başladıktan sonra, Emek Sineması’nı CNNTürk’e ve birtakım seçilmiş sinemacılara açıyor ve içeriye sokulmayan TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nden Mücella Yapıcı’ya “solun muhafazakârlığından çok sıkıldığını” söylüyor. Sonuç itibariyle, projenin kendisi kadar, bu proje içinde yer alan, görünür olan herkes şaibeli.
Emek mücadelesi nasıl devam edecek?
Ayşe: Kentsel dönüşüm denen meselenin ardında nasıl bir ekonomi yattığını, bu ekonomik faaliyetten kimlerin istifade ettiğini, nasıl bir network’le karşı karşıya olduğumuzu ifşa etmemiz lâzım. Tarlabaşı yıkımı başlamadan önce, bulvarın karşısında GAP İnşaat’ın ofisi açıldı. Duvarına “defol” bile yazılmadı mesela. Sermaye bu kadar rahat, bu kadar pervasız davranamamalı. İyi şeyler de oluyor tabii. Demirören’in işgali ve kamusal alanda sürekli eleştiriyor olmamızın bir neticesi olarak Demirören’i her eylemde çevik kuvvet korumak zorunda kalıyor; kepenkler kapatılıyor, alışveriş yapanlar içeride mahsur kalıyor. En azından bir meşruiyet sorunu yaratıldı.
Can: Emek özelinde konuşursak, eylemlere devam edeceğiz ve çeşitlendireceğiz. O sokak hâlâ bizim, bırakmayacağız. Ayrıca, yapılması planlanan çakma Emek Sineması ve diğer on sinemanın işletmeciliğine talip olan Cinemaximum’a yüklenmek gerektiğini düşünüyoruz. Öte yandan, bu süreçte Ertuğrul Günay’ın bakanlıktan alınması da anlamlı. Bu büyük ihtimalle Allianoi’de, Taksim meydan projesinde de görece yumuşak tutumuyla ilgili. Onun yerine daha şedit insanların tercih edildiğini söyleyebiliriz. İçişleri Bakanı’nın Muammer Güler olması ya da Ömer Çelik’in Kültür ve Turizm Bakanı olması herhalde tesadüf değil. Kadife eldivene ihtiyaçları yok artık. 7 Nisan’daki polis müdahalesinden sonra Muammer Güler’in açıklaması şahane: “Polis elbette özel mülkiyeti koruyacaktır.”
Söyleşi: AYŞEGÜL OĞUZ
Express Dergisi, Sayı 135, Mayıs, 2013

17 Mayıs 2013 Cuma

22 Mayıs: Emek Sineması'nda neler oldu? Neler oluyor? Sinemacılar soruyor, uzmanlar cevaplıyor.




TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi olarak, Emek Sineması konusunda, yazılı, görsel ve sosyal medyada yer alan yanlış bilgilerle kamuoyunun yanıltılıp, şimdiye kadar yapılanların meşrulaştırılmaya çalışılmasına karşın; konuyla ilgili meslek ve bilim insanları, sanatçılar ve sinemaseverler ile beraber sürecin tüm yönleriyle açıklığa kavuşturulacağı, Emek Sineması’na dair tüm soruların cevaplanacağı basın toplantısına, konunun ilgili tüm kesimleri, basın mensupları ve kamuoyu davetlidir.

TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi

Toplantı Tarihi: 22 Mayıs Çarşamba, 13:00
Toplantı Yeri: Kemankeş Mah. Kemankeş Cad. No:31 Karaköy/Beyoğlu