Emek sadece bir
sinema değil!
2010’da İstanbul Film
Festivali açılış töreninde öttürülen borazanlarla başlayan Emek Sineması
mücadelesi üç yıldır tam gaz devam ediyor. Bu sene festivalin açılış günü Emek
Sineması’nın işgal edilmesinin ardından, 7 Nisan’da yapılan büyük eylem polisin
gaz ve tazyikli sulu müdahalesiyle engellenmeye çalışıldı. Kamer İnşaat salonun
süslemelerini sökmeye devam ederken Yeşilçam Sokak’ta her hafta “bu daha
başlangıç, mücadeleye devam” sloganları atılıyor. Emek Bizim İstanbul Bizim
İnisiyatifi’ne bağlanıyoruz...
7 Nisan eyleminde
gözaltına alınanlar hakkında Ceza Kanunu’nun memura mukavemetle ilgili 265.
maddesi ile 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten
altı yıla kadar hapis cezası talebiyle dava açıldı. Bu davayı neye yormalı?
Can Atalay:
Toplumsal bir gösteride polis bir sınır çizmeye çalışır, muhalefet o sınırı
kabul etmezse bu oluyor. İstanbul’da kent mekânı bağlamında muhalefet
mahallelerde görünür olmuştu; bu, kentsel dönüşümün kent merkezindeki
görünümüne ilişkin açılan ilk ceza davası. O açıdan tarihî. Polisle başlayıp
polisle biten bir hazırlık soruşturması sonucunda açılmış bir dava. Gözaltına
alınan dört arkadaşımız da polise ifade vermeyi reddetmişti, zira polis ifade
alma makamı değildir. Şöyle bir gariplik de yaşandı: Savcı gece tutulmalarını
ve sabah mevcutlu getirilmelerini istedi. Arkadaşlar geceyi geçirmeleri için
Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Sonra birden, ona kamuoyu tepkisi sonucunda
diyelim, salıverilmelerine karar verildi! Avukat arkadaşlara teslim edildiler,
adliyede savcı şöyle dedi: “Yahu böyle saçmalık olur mu, ya suçüstü halidir,
gece tutulur, sabah getirilir ya da sonra olur… Ben bunların ifadesini almam.”
Savcı ifade almadı; ancak, ifadeleri alınmayan insanlar için polis tutanaklarına
göre iddianame düzenledi. Çok söylenir, savcılık bu tür dosyalarda işlem
yapmaz, polisin dediğine tâbi olur, ama bunun bu kadar göze sokularak yapılması
da ilginç, ben bile şaşırdım. 12 Eylül’de, duruşma günü arkadaşlarımızın
yanında, İstanbul Adliyesi’nde olacağız. Bu arada, kent mekânında sürdürülen
mücadelenin bir hukukî mesele haline getirilmesi de egemenlerin genel tutumu.
Dava açılmasını
bekliyor muydunuz?
Can: Bekliyorduk,
ama böylesini değil. Polis toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefete
zorladı, kamu malına zarar yönünde tutanakları var. Savcı bu konuda
kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. İki maddeden dava açıldı: TCK 265-1,
görevli memura direnme. Memur görevli miydi? İkincisi, toplantı ve gösteri
yürüyüşleri kanununa muhalefet. Kesinlikle bu kapsamda değerlendirilebilecek
bir durum yok.
7 Nisan’a gelmeden
önce, 31 Mart’taki işgali konuşalım. O nasıl oldu?
Deniz Özgür: 31
Mart’tan birkaç gün önce, Yeşilçam Sokak’ta bir hareketlilik gördük. Emek’in
kapısına gittik. Kapıyı zorlayalım, içeri bakalım diye düşünürken kapı
açılıverdi, kilitli değilmiş, hiçbir önlem almamışlar. İçeri girdik.
Koltukların çoğunu sökmüşler, salonda iskeleleri dikerlerken onları bir nevi
suçüstü yakaladık. Biraz görüntü aldık. Bir görevli ve iki işçi yanımıza geldi.
“Ne yapıyorsunuz, yaptığınız işin adı nedir, bahsettiğiniz ‘moving’ yöntemi bu
mudur?” diye sorduk. Bir şey söylemediler. Çok telaşlandılar. “Ruhsatınız var
mı, niye bu kadar telaşlandınız?” dedik. Bizi zorla dışarı attılar. Kaydı
internette yayınladık ve çağrı yaptık. İstanbul Film Festivali’nin açılışından
iki gün evveldi. İki gün sonra, 31 Mart’ta Emek’in açılışını gerçekleştirdik.
Can: İçeri girme
fikri vardı, ama buna ilişkin bir karar yoktu. Bir konuşma yaptım. Tek soru
şuydu: “Biz sözümüzü söyleyip vicdanımızı kurtarmak için mi bütün bunları
yaptık? Olan bitenin bütün mânâsı bu mudur?”
Deniz: Ardından, Atilla Dorsay her şeyin bittiğine, elden
bir şey gelmediğine dair kendince dokunaklı bir konuşma yaptı. Sonra, SİYAD
başkanı Tunca Arslan elden gelenin yapıldığını hatırlatan bir konuşma yaptı.
Bir veda konuşması
gibi miydi?
Deniz: Evet.
Konuşmalar bu minvalde devam edince “buraya yas tutmaya gelmedik” dedim.
Herkesi mevzuya ortak etmek için konuşma yaptık. “Biz buraya girmeyi
düşünüyoruz” dedik. İnsanlar alkışlarla cevaplarını vermiş oldu ve 2009’da
kapanan Emek’in açılışını yaptık, içeri girdik.
Yıkımın böyle gizlice başlayacağını tahmin ediyor muydunuz?
Ayşe Özdemir:
Böyle başlayacağını tahmin etmiyorduk.
Paravan koyarlar, biz de paravanları deviririz diye düşünmüştük.
Deniz: Aslında
geç kaldık, bundan sonraki benzer süreçler için deneyim oldu, daha önce
rahatlıkla içeri girebilirmişiz! Ama üç yıl boyunca, “böyle bir teşebbüste
bulunmayalım, gayrımeşru ilan edilmeyelim, manipüle olmayalım” diye o kapıları
açmadık. Son anda “işgal”i ya da “geri alma” eylemini benimsemiş olduk. İşgalin
muazzam bir geriye dönüşü oldu. İçerideki durumu net bir şekilde ifşa ettik.
İnsanların, eli kalem tutanların işgale ilişkin olumsuz bir söz söylediğini
duymadım. Sadece, Levent Eyüboğlu şöyle bir laf etti: “İçeri girdiklerinde çok
zarar vermişler.”
O gün Emek’in içinde
yaklaşık 50 kişi üç saat boyunca bir nevi teftiş yaptınız. Neler tespit
ettiniz?
Deniz: En
önemlisi şu: Salona iskeleler kurulsa da, Emek’in tamamının rahatlıkla
kurtarılabilir halde olduğunu göstermiş olduk. Umutsuz bir durum yoktu ortada.
Evet, duvardan bir delik açılmış, oradan Serkildoryan’a giriş çıkışlar
yapılıyor, ama Emek yerinde duruyor! Zaten eylemlerimizde bu vurguyu yaptık:
Emek yerinde duruyor, onu hâlâ kurtarabiliriz. İşgalin 7 Nisan’daki eylemin
zeminini hazırladığını düşünüyoruz. Diğer yandan, imkânsız görünen bu tür
eylemlerin kararlılık ve iradeyle mümkün olduğunu anlamış, göstermiş olduk.
Emek Sineması’nı kaybedersek –ki mücadeleye devam edeceğiz– mücadelemizin bir
tortu, hafıza bırakacağını düşünüyorum.
7 Nisan’ın bugüne
kadarki Emek eylemlerinden farkı neydi?
Can: İşgalden sonra dolaşmaya başlayan görüntüler
insanları çok öfkelendirdi. 7 Nisan’da, Emek’in önünde toplanıp sinemanın içini
görmekti tek amaç. Ama eylemden birkaç gün önce, şirket Emek’in kapısını demir
plakalarla kapamıştı. Bir baktık, polis Yeşilçam Sokak’ın girişine barikat
kurmuş, zinhar içeri sokmuyor. Demirören’in önünde bir panzer hazır bekliyor.
İstiklal Caddesi’nde yaklaşık üç bin kişi “Emek bizim, İstanbul bizim” diye
bağırıyor. Önde birkaç kişi polisle tartışıyoruz. Duygu halimiz şu: Polis bize
buradan bindirir, arkası da kaçar gider ve savruluruz.
İlhami Nisvan:
Polis “sokağa giremeyeceksiniz” dedi. Biz de dedik ki: “Sokağa girmemizi
engellemeye hakkınız yok. Bu bir protesto ve sokağa girmemeyi kabul
etmeyeceğiz.” 45 dakikadan fazla polisle müzakere yapıldı, kimse dağılmadı, “aç
aç, barikatı aç” sloganları atılıyordu.
Can: Polis biber
gazıyla müdahaleye başladı. Panzerin önüne düşmüşüm, su yemişim, kalktığımda
gördüğüm manzaraya inanamadım. Sinemacılar, meşhur oyuncular, yönetmenler
polise karşı duruyor! Hayatım boyunca unutmayacağım sahne. Kaçmadılar! Onur
Ünlü demiş ya, “gazı yiyince kaçmaya başladım, sonra dedim ki, niye kaçıyorum”.
O ânı gördüm. Panzer su sıkıyor, kahverengi montlu bir adam elleri belinde
duruyor. “Hocam az geri çekil” demek için gittim, baktım Erdal bakkal (Cengiz
Bozkurt). Onur Ünlü de öyle duruyor!
Deniz: Erdal bakkalın sözlerine imzamı atıyorum: “7 Nisan,
sinemacıların 1 Mayıs’ı oldu.”
Begüm Özden Fırat:
Önce kaçanlar da geri geldi. İnsanlar polise doğru “Faşizme karşı omuz omuza”
sloganı atarak yürümeye devam etti. Gaza, tazyikli suya karşı gerçekten omuz omuza
durdular.
Fırat Yücel:
“Yeterince kalabalık değiliz” diye yakınılıyor ya, bu çok yanlış. Tek mesele,
kararlı bir söylem tutturulamaması. Sinemacılar bugün gösterdikleri kararlılığı
en başından gösterseler her şey farklı olurdu.
Hikâyenin başına, 2010’a dönelim. Emek Sineması mücadelesi
nasıl başladı?
Begüm: 2009’daki
Filmekimi’nin ardından Emek sessiz sedasız kapandı. Bunun üzerine, birbirlerini
farklı alanlardan tanıyan birkaç kişi bir araya geldik. İlk andan itibaren,
sadece sinema salonu üzerinden konuşmamaya karar verildi; sinema salonu başlı
başına da önemli, ama kentsel dönüşümün nasıl bir garabet olduğuna ilişkin de
acayip simgesel önemi var, burada da pozisyon alalım diyerek yola çıktık.
Önümüzde İstanbul Film Festivali vardı. Malûm, Emek festivalle özdeşleşmiş bir
mekân, buradan başlayalım dedik. Festival açılışı öncesi, festivalin Emek’te
başlayacağını duyuran İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi (İKSV) imzalı bir çağrı
yaydık. Bu hızla dolaşıma girdi, insanlar bu açılışın gerçek olduğuna inandılar.
Ardından, 2 Nisan 2010’da, Bülent Eczacıbaşı ve Ertuğrul Günay’ın festival
açılış konuşmaları oyuncak borazanlar öttürülerek bloke edildi. “Emek
Sineması’nı yıkacak mısınız” diye bağırdık. Salon alkışa boğuldu. O sırada
televizyonun canlı yayını vardı. Bu ilk hamleydi ve oldukça başarılı oldu.
Eylemin ardından, TMMOB’tan Mücella Yapıcı şöyle diyordu: “Mimarlar Odası
olarak bu projeye uzun zaman karşı çıktık, ama dört minik borazanla bir şeyler
duyulur hale geldi, demek ki işimiz o kadar zor değil.”
Can: Mevcut
sınırları kabul etmez hale geldiğimizde esaslı işler başarabiliyoruz. Sonuçta
ne olacağı bilinmiyordu, borazan çalanların başına iş açılabilirdi. Yine de,
arkadaşlar o eylemi yaptı. Emek Sineması meselesi ülkenin gündemine girmiş
oldu.
Begüm: O eylemin
çağrısını İsyanbul Kültür Sanat Varyetesi ismiyle yaptığımız için İKSV bu işe
zorla da olsa dahil oldu. Ama asıl mücadele elbette sokakta verildi. 2010’dan
beri süren mücadele sadece Emek için değildi. Yeşilçam Sokak’ı tutmak, o sokak
özelinde sokakları, meydanları geri almak talebi de sürekli dile getirildi.
Borazan eyleminden sonra, 3 Nisan’da, İstanbul Film Festivali’nin çakma
açılışında, o zaman inşaat halindeki Demirören AVM’nin panellerinden
Serkildoryan’a gerdiğimiz perdede Vertov’un “Kameralı Adam”ını izledik. O sene
festival kapanışını da Yeşilçam Sokak’ta yaptık, Plastik Lale ödülleri
dağıtıldı. Daha sonra, “Hababam Sınıfı”nı ve “Sultan”ı da yine sokakta
seyrettik. “Ekümenopolis”i seyrettiğimiz akşam, her taraf pankart ve dövizlerle
süslenmişti. Orada Yeşilçam’ın bayağı rüzgârlı bir sokak olduğunu fark ettik.
Acayip soğuk bir kış akşamı yüzlerce insan sokakta oturup İstanbul’un yıkımını
anlatan filmi seyrediyordu. Sonunda da Direnişin Ritmleri eşliğinde sloganlarla
caddede yüründü. Temmuz 2010’da, “Hepimiz Bilirkişiyiz” yürüyüşünü takiben
Emek’in önünde “1. Geleneksel Emek Şenliği”ni düzenledik. Luxus’un, Hariçten
Gazelciler’in çaldığı şahane bir sahne kuruldu. 24 Aralık 2011’de, Emek
Sineması nöbetinde kurulan çardaklarda yüzlerce kişi bir aradaydık. Mücadele
forumu yaptık, İnci Pastanesi’nin mutfağında pişirdiğimiz çorbaları paylaştık.
12 Eylül darbesinin ardından ilk 1 Mayıs kutlamasının ‘87’de Emek Sineması'nda
yapıldığını hatırlayarak 1 Mayıs 2011’de “Tekrar Merhaba 1 Mayıs” kutlaması yaptık.
2011 mayısı boyunca her pazar Yeşilçam Sokak’taydık. Feministival sokak işgali
gerçekleştirildi, kentsel dönüşüm forumu düzenlendi. Aynı yıl, Documentarist
Festivali kapanışı yine Yeşilçam’da yapıldı. Okuluma Dokunma İnisiyatifi
sokakta bir sergi düzenledi. İşçi Filmleri Festivali çerçevesinde film
gösterimi ve söyleşi düzenlendi.
Farklı alanlarda faaliyet gösteren grupların Yeşilçam
Sokak’ta eylemler yapması, sokağı kullanır hale gelmesi hedeflerinizden biri
miydi?
Begüm: Temel saik
kamusallık ve sokak arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, sokakların,
meydanların, mahallelerin, bu kentin bizlerin olduğunu, kullanıcıları
tarafından üretildiğini göstermekti. Aynı zamanda, kentsel dönüşüm alanlarında
sıkça uygulanan bir taktiktir, Yeşilçam Sokak da bilinçli bir şekilde
ıssızlaştırılmaya, insansızlaştırılmaya, kriminelleştirilmeye çalışılıyordu.
Orada varolmak, bu bilinçli harekâta karşı kendi alanlarımızı savunmak anlamına
geliyordu. Sonuç olarak, üç yıl boyunca o sokak bir yaşam alanı haline geldi,
mücadelenin hafızası Yeşilçam Sokak’ta cisimleşti.
“Bir sinema için,
profiterol için mücadele edenler” olarak algılandığınız da oldu…
Begüm:
Çevremizdeki insanlar buraya yeni yeni kulak kabartıyor. İlk metinlerden
itibaren iki hat dile getirildi. Birincisi, Emek ve Serkildoryan binalarının
Sosyal Güvenlik Kurumu’na, yani kamuya ait olduğu, bu nedenle sermayeye
devredilemeyeceği. Kamuyu devlet olarak değil, mekânların geçmiş ve gelecekteki
kullanıcıları üzerinden tanımlıyoruz; en geniş anlamıyla kent sakini diyebiliriz.
“Biz”in sadece söz hakkının değil, karar verme yetkisinin olduğunu, “kamu
yararı” dedikleri şeyin bizzat kamunun kendisi tarafından belirleneceğini
söylüyoruz. Dolayısıyla, mekânların soyut değişim değeri yerine somut
deneyimden kaynaklanan kullanım değerini ön plana çıkartıyoruz. Bu nedenle, her
metinde şu vurguyu yapıyoruz: “Bu alanlar üzerindeki her türlü kullanım hakkı
kamunundur ve kolektiftir. Bu nedenle, nazarımızda meşru ve esas olan Beyoğlu
Belediye Başkanı, Kültür ve Turizm Bakanı, Yenileme Kurulu Üyeleri ve Kamer
İnşaat gibi kurumların ve şirketlerin çıkarı değil, kamu yararı ve kararıdır.”
Sözünü ettiğiniz
ikinci hat neydi?
Begüm: Siyasî
iktidarın kentsel dönüşüm adını verdiği sürecin sadece bazı mahallelerde değil,
kentin her alanında gerçekleştiği vurgusu. Bu nedenle, Fener - Balat -
Ayvansaray’da, Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Başıbüyük’te, Dikmen’de ve elbette
kırda, Senoz’da, Tortum’da, Gerze’de, Solaklı’da yaşam alanlarının yok
edilmesine karşı verilen mücadelelerle Emek mücadelesinin ortak olduğu
vurgusunu sürekli yapıyoruz.
Ayşe: Bu
binaların pek konuşulmayan bir tarihi var. Serkildoryan yapı külliyesinin ilk
sahibi Abraham Paşa. Sonra, Saltiel ve Arditi isimli kişilerin mülkiyetine
geçiyor. Varlık Vergisi zamanı, önce belediyeye “satılıyor”, sonra Emekli
Sandığı’na geçiyor. Bu mekânların tarihi bir gasp tarihini de imliyor.
Deniz: Mücadeleyi kent, kamusal alan mücadelesi üzerinden
kurduk. Emek bizim, İstanbul bizim” sloganı herkes için farklı anlamlar
taşıyor. Bu, David Harvey’in kentine sahip çıkma bilinci olarak tanımladığı
“kent hakkı”nın İstanbul’daki karşılığı. Yaşadığın kentteki bir dönüşüme,
müdahaleye itiraz ediyorsun. İtirazın birçok gerekçesi olabilir, evin
yıkıldığı, parkın, sineman elinden gittiği için itiraz ediyor olabilirsin.
“Biz” olmanın karşılığı bu; bir devlet, kamu binasına sahip çıkmak değildir.
Devlet - özel mülkiyet ikiliğine sıkışmadan, ikisini de savunmadan kullanım
üzerinden bir hat çizmeye çalışıyoruz. “Kim karar veriyor?” sorusu esastan bir
itirazı mümkün kılıyor.
Can: Biz de
burada yaşıyoruz, Emek Sineması’yla ilgili yaptığınızı gördük ve itiraz
ediyoruz! İstanbul’la ilgili bin tane numara çeviriyorsunuz, bunları görüyoruz,
bunlara itiraz ediyoruz, gücümüz yetiyorsa engelleyeceğiz. Mesele budur!
Üç yıldır sizi
sokakta takip eden, eylemlere katılan bir kalabalık var. 7 Nisan eylemine iki
bin kişi gelmişti, daha çok kişinin katıldığı eylemler de yaşandı. Bu
mücadeleyi sahiplenen, eylemlere gelenler sizce kim?
ilhami: “Emek
bizim, İstanbul bizim” diye sokağa çıkanların spektrumu geniş. Herkes aynı
sebeple orada değil, sadece Emek Sineması’nın korunması için orada olanlar da
var. Ama kentsel dönüşümle ilgili Emek artık bir sembol, o sembolü yaratmak
için oradaydık. Kentsel dönüşümü görünür kılmak mücadele alanı yaratmanın
pratik bir yöntemi olduğu için de orada olanlar var.
Can: Bir
mücadele, hareket kitleselleştiği oranda, çeşitli katmanların, toplumsal
kesimlerin kendi taleplerini orada görmesi mümkün. Esas mesele, bunun nasıl
kurulduğudur. Elbette kişisel hikâyeler var, Emek Sineması benim için önemli
bir yerdi, kendimi bildim bileli önemsediğim bir sinema salonuydu. 12 Eylül
sonrasında ilk 1 Mayıs kutlamasının Emek’te yapıldığını hatırlıyorum. Çocuktum,
bizimkilerin hukukî sorunları nedeniyle salona gidememiştik, uzaktan bakıp iç
çekilmişti.
Ayşe: Emek
Bizim’in blog’undaki “kurucu” metinler kentsel dönüşüm ve sınıf meselesinden
bahsediyor, ama yaygın medya işin o kısmını görmezden geliyor. Daha ziyade,
şanlı şöhretli insanların kişisel hayat hikâyeleri üzerinden konuşuluyor.
Geçenlerde bir arkadaşımız tanık olduğu bir konuşmayı aktardı. Emek’in yerinde
korunması için mücadele eden ünlülerden biri arabayla giderken içinden geçtiği
gecekondu mahallelerinin ne kadar korkunç, yıkılması gereken yerler olduğunu
söyleyebiliyor. Büyük farklılıklar gösteren bir bileşenler topluluğu var. Bizim
sınıf vurgumuz, kentsel dönüşümün, soylulaştırmanın bir sınıf mücadelesi olduğu
sözümüz pek duyulmadı.
Can: Buna tam
katılmıyorum. Evet, söylediğin doğru, ama sorun şu: Sınıf davası dediğin, gönül
gözüyle bakmakla alâkalı. Biz sinema salonuyla ilgili pratiğin içinden bir dil
türetmeye çalıştık. Kendi meşrebimizce başardık. Egemen algıda, bütün o kitle
iletişim araçlarının pompaladığı bilgi içinde bir yere kadar başarılı oluyorsun.
Sinemacılar da aslında bizim dediğimizi işitiyor. Atilla Dorsay ne dediğimizi
işitmediği için öyle konuşmuyor; ne dediğimizi işitiyor, bize destek de atıyor,
ama bir yandan da hayattaki pozisyonu bu.
Son eylemlerden sonra, solun bugüne kadar sizi eleştiren
kesimlerinde bir tutum değişikliği gözleniyor. Solda yer alan grupların,
kişilerin kentsel mücadeleyle ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Ayşe: Polis
şiddetine maruz kalınca bir yakınlık hasıl oldu herhalde. Yazılanları okusalar,
derdimizin ne olduğunu bilirlerdi. Bir arkadaşın söylediği gibi, koskoca bina
İnci Pastanesi iyi profiterol yapamadığı için yıkılmıyor, öyle değil mi?
Deniz: Solun kent
mücadelesine yabancılığıyla alâkalı. Bunu Taksim Meydanı’ndan da okumak mümkün,
kalesi olan alana bile sahip çıkamayan bir sosyalist soldan bahsediyoruz.
Can:
Halkevleri’nin kentsel mücadeleye yabancı olduğunu ne kadar söyleyebilirsin,
Bir Umut Derneği hakeza. Sorun şu, sol esas olarak bu tür bahisleri bir
örgütlenme alanı olarak görüyor. Bir mahallede bir pozisyon alırsın, o
mahalleyi örgütlersin. O mahallede örgütlenirken hem siyasî hem teknik hem de
örgütsel birtakım kazanımların olur. Kent merkezinde bir mekân, burada
kamusallık bahsi üzerinden pozisyon tutmaya çalışan bir grup insan; mücadele
tarihimiz açısından yeni bir model bu. Ankara’daki Şinasi Sahnesi için
denemeler var, ama İstanbul bu açıdan ileride. İkincisi de, herhangi bir sol
örgütün, yapının işi değil bu. Sol açısından son on yılın karakteristik
özelliği, korunaklı alanlara çekilmesi. Her ekibin çeşitli başlıkları var,
herkes kenara çekildi ve “kendi” işini yapıyor; başkasının işine az bakıyor,
yayınını az okuyor, devrimci merak ve hevesler de azalıyor. Emek eylemi
insanların hareketlenmesini, gruplar arasında bir etkileşimin artmasını sağladı.
Taksim örneği çok güzel, Taksim’de paravanlar aşağı indirilirken dönüp
bakmayanlar, bugün “1 Mayıs’ı bir alan tartışması içine sıkıştırmamak lâzım”
diye açıklama yapıyor. Taksim Meydanı’nın canına okunduktan sonra meydanın 1
Mayıs’a kapatılmak isteneceği, asıl hedefin bu olduğu çok açıktı. Biz o yüzden
yırtındık. Bizim de, solun da üzerinde ağır bir vebal var, engel olamadık. Bize
sürekli sorulan bir soru daha var: “Tarlabaşı’nda neredeydiniz?” Vallahi
oralarda da çok debelendik. Bizim tanıştığımız yer orası. Tarlabaşı meselesi
utancımız. Bu memlekette sol diye bir şey varsa, Tarlabaşı’nda yapamadıklarımız
nedeniyle utanmalıyız.
Bu mücadeleyi
destekleyen, örgütleyen sinemacılar da var. Altyazı dergisi sürecin bir parçası
oldu. Sizin Emek mücadelesine katılmanız nasıl oldu?
Senem Aytaç:
Arkadaşlarımız İstanbul Film Festivali’nin 2010’daki açılışında borazan öttürme
fikrini paylaştığında her şey bizim için de başlamış oldu. Biz doğrudan Emek
üzerinden bağ kurduk. Ama, durumu kelimelere tercüme ettiğinizde mevzu hemen
berraklaşıyor: Kamuya ait bir mekân sermayenin hizmetine sunuluyor, insanların
iradesi hiçe sayılıyor, üzerinde yaşadıkları kente dair hiçbir söz haklarının
olmadığı yüzlerine vuruluyor. Kentsel dönüşümün her veçhesinde bu çelişki bu
kadar net görünemiyor olabilir; Emek Sineması’nın bunu görünür kılabileceğine,
bir simge olarak işleyebileceğine erken uyandık. Mahallelerdeki direnişler
orada yaşayan ve kent mücadelesinin içinde olanlar dışında genişleyemiyor, ama
kent merkezindeki bu sinema salonu birçok kişinin hayatında yer eden bir mekân
olduğu için daha geniş bir kitleyle temas edebiliyor. İster sadece bir sinema
olduğu için, ister kültürel miras, toplumsal hafıza için, ister tarihî bir bina
olduğu için, ister kent hakkı için, sebebi ne olursa olsun insanların bu
mücadele etrafında bir araya gelmesi çok kıymetli.
Fırat: Bizim
kuşağımızla önceki kuşakların buluştuğu yer Emek Sineması. Emek geçmişle
şimdiyi bir araya getiriyor, bizim kuşağın da tarihi var orada: Yıllarca orada
filmler gördük, festivalleri takip ettik, orada buluştuk, orada hayal kurduk.
Emek, bütün kuşakları bir araya getiren bir sinema. Ama, bizden önceki
kuşaklarda büyük bir yıpranmışlık, yılgınlık var. Emek’in yıkılacağı haberini
duyduklarında “iş işten geçmiştir zaten” bakış açısıyla yaklaşıyorlardı.
Kendilerini o kadar yenik kabul etmişler ki, akıllarına ilk gelen “Emek
yıkıldıktan üç-beş yıl sonra nostaljisini nasıl yaparım” diye düşünmek oluyor
sanki. “Bu kamu malı, biz burada hak iddia edebiliriz” dediğimizde “hep böyle
oluyor, kapıyorlar, yıkıyorlar” gibi cevaplar alıyorduk. Şu sorunun yanıtını da
hep aradım: İnsanlar neden bu kadar yılmış, bu yılgınlığı tekrardan kararlılığa
dönüştürmenin bir yolu var mıdır?
Emek Sineması’nın
ortadan kaldırılıyor olması, ticarî olmayan filmler üretenleri, bağımsız
sinemacıları da doğrudan etkilemiyor mu?
Senem: Açılacak
olan AVM’nin içindeki sinema zincirini büyük ihtimalle Cinemaximum alacak. Şu
anda gösterim alanındaki tekel, Türkiye’deki salonların üçte birine sahip,
yıllık bilet hasılatının yüzde 50’den fazlasını kazanıyor. Bu, özellikle
bağımsız film yapanlar için büyük bir tehlike, filmlerini gösterime sokacak
salon bulamıyorlar ve bu giderek daha da zorlaşacak. Çünkü artık
Cinemaximum’ların da sahibi olan Mars Entertainment Group sadece salon
işletmecisi değil, aynı zamanda dağıtım ve prodüksiyon da yapan bir şirket.
Bütün endüstriye hâkim bir pozisyona geliyor. Bu yüzden de Emek gibi bağımsız
salonlara sahip çıkmak daha da önemli. Bugün, yirmi yıl öncesine göre, film
üreten insan sayısında artış var, bağımsız yapımcılar, dağıtımcılar var, ama
gösterimdeki gidiş tam tersi yönde olunca bütün bunlar çok da anlamlı olmamaya
başlıyor. Emek Sineması üzerinden sadece kent mücadelesi değil, sinemacıların
da örgütlü mücadelesi başka alanlara yayılsa keşke.
Mars Entertainment Group !f Bağımsız Filmler Festivali’nin
de sponsoru, değil mi?
Senem: Evet, bu
büyük absürtlük. Bu arada, İstanbul Film Festivali Cinemaximum’un salonlarını,
yani Fitaş’ı mesela festivalde kullanamıyor artık. Emek Sineması yerine
yapılacak olan AVM salonlarını da kullanamayacak büyük ihtimalle. Geriye Atlas
ve Beyoğlu sinemaları kalıyor ki, onların akıbeti de belli değil.
Fırat: Konu İstanbul
Film Festivali’yle de sınırlı değil, 2009 öncesindeki beş-on yıllık dönemde
Emek çok farklı festival ve kurumlar tarafından kullanıldı. İşçi Filmleri
Festivali’nin açılışlarını yaptığı, pek çok film galasının gerçekleştirildiği,
!f İstanbul’un bile ek gösterimlerini yaptığı bir yerdi. Aslında, bir ortak
kullanım alanına dönüşme ihtimalinin hissedildiği kritik bir zamanda kapatıldı.
Tam bu noktada kapatılan bir sinema için mücadele etmeyeceksin de, ne için
mücadele edeceksin? “Emek’in etrafında bir kültür oluşmamıştı” diyenler var.
Daha utanç verici bir yalan olabilir mi?
Senem: “Ticarî
olarak bu tip salonlar artık kendini idame ettiremiyor, bu yüzden kapatılmaya
mahkûm” deniyor. Bu söylemin taşıdığı ideolojiyi şimdilik bir kenara bırakalım;
büyük sinemaların iş yapmamasının somut sebepleri var. Büyük bir salonun çok
sayıda seyirciye ihtiyacı var. Daha çok seyirci çekmek için idareciler gişesi
çok olan filmleri gösteriyorlar. Ama gişe canavarlarını izlemek isteyenler
zaten Emek’e gitmiyor ki, AVM’de izliyorlar o filmleri. Kültür Bakanlığı
filmleri senaryodan itibaren destekliyor, ama o filmlerin gösterileceği salon
yoksa bunun ne anlamı var ki?
Son eylemlerle sinemacıların politik açıdan aktifleştiği
söylenebilir mi?
Fırat: Aslında,
sinemacılar gayet bilinçli, kentte neler olduğunu tabii ki biliyorlar.
Beyoğlu’nda dolaşsak, hangi hana ne olmuş, neresi nasıl dönüşmüş, hangi sinema
ne zaman kapatılmış, hepsini anlatabilirler. Filmlerinde de vardır. Misal,
Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın 1980’lerdeki dönüşümüne “Hayallerim, Aşkım ve Sen”de
(Atıf Yılmaz, 1987) tanık olabilirsiniz. Bugün sinemacıların yaşadığı şey
müdahil olma sorunu; kendini bir aktör olarak görüp görmeme sorunu.
Sinemacılara söyleyebileceğimiz tek şey şu: Bu sinemanın yıkımına karşı
durabilir, bu süreçte önemli bir aktör olabilirsiniz. Meslek birlikleri artık
bu işin parçası, mücadeleyi sürdürmeyi düşünüyorlar. “Emek Yerinde Güzel”
sloganında olduğu gibi Emek’in yerinde korunması taleplerini ortaya koyuyorlar.
Sinemacıların Emek için önerisi, sinematek haline getirilmesiydi.
Senem: Bize uzun
zamandır sorulan sorulardan biri “yıkılmasın diyorsunuz da, ortaya projeye
koyuyor musunuz?”. Öncelikle, bu yapı adasında varolan binaların olduğu gibi
onarılması, deprem güvenliğinin sağlanması ve eski haliyle iadesi gerekiyor.
Bundan sonraki aşama ise buranın nasıl işletilebileceği. Biz “kamu” derken,
burayı devlet işletsin diye talep etmiyoruz. Kimseye hazır bir proje sunmak
gibi bir niyetimiz de yok. Fakat gördüğümüz kadarıyla, insanlarda ortaklaşa bir
süreçle ortaya konabilecek, bağımsız, ticarî olmayan bir modelin
oluşabileceğine dair bir tahayyül bile yok; bir kooperatif modeli örneğin.
Documentarist’ten Filmmor’a, İşçi Filmleri Festivali’ne birçok oluşumun salona
ihtiyacı var. Ayrıca, salon bulamayan yerli ve yabancı yapımlar var. Emek’in
geleceği sendika, meslek örgütleri, sinemacılar, kültür-sanat üreticileri, kent
aktivistleri, sivil toplum kuruluşları ve demokratik kitle örgütlerinin
katılımıyla yapılacak tartışmalarla, son kararın da demokratik ve kamu yararına
olacağı garanti altına alınarak belirlenebilir ancak.
Bir de İstanbul
Kültür Sanat Vakfı var. Emek İKSV için de bir kayıp. İKSV sizin için neyi
temsil ediyor?
Fırat:
İstiklâl’de İKSV’nin gösterimlerini yapabileceği bu kadar büyük bir salon yok.
Yabancı konuklar için cazibesini, festival ruhunu bir kenara bırakın; sırf
bilet satışı açısından bile İKSV için Emek’in bulunduğu yerde restore edilmesi
çok önemli.
Senem: İKSV
dediğimiz, Eczacıbaşı’nın başında olduğu, kurumsal ve büyük bir yapı. Ama bir
yandan da bu kurumda, örneğin Film Festivali’ni düzenleyen ekipte çalışan
bireyler var. Bu ikisini ayırmak lâzım. Kurumun tavrıyla orada çalışanların
tavrı aynı değil. İKSV çalışanlarının çoğu mücadeleye başından beri destek
verdi.
Bu yıl festivalin kapanış töreninde “Emek Yerinde Güzel”
dövizlerinin açılmasını çok anlamlı bulan, İKSV’nin protestoları daha da etkili
hale getirdiğini düşünen geniş bir kesim var. İKSV’nin bu eyleme “destek
vermesini” nasıl değerlendiriyorsunuz?
Begüm: En başa
dönersek, 2010’daki festival açılışındaki borazanlardan önce, İKSV bu konuda
hiçbir şey söylemiyordu. Bir şekilde laf söylemek zorunda bırakıldı. Şunu da
belirtmek lâzım, 2010 açılışındaki eylem Eczacıbaşı ve Ertuğrul Günay özelinde
doğrudan sermayeye ve siyasî iktidara yönelik bir müdahaleydi. Aynı zamanda,
orada bulunanlara ve canlı yayında izleyicilere Emek’in başına gelecekleri
duyurmanın bir yoluydu. Diğer yandan, İKSV’yi hem pozisyon almaya zorladı, hem
de İKSV’yi sıkıştırarak bir nevi sıçrama taşı olarak kullanmaya yaradı. İKSV
projenin mimarının katılımıyla Emek’in durumuna dair bir toplantı düzenlemek
durumunda kaldı. Bu toplantıyı “Emek Sineması’nın geleceğini, oraya dozer
sokmaya hazırlanan inşaat firmalarıyla ve doğası gereği sadece kâr oranıyla
ilgilenen ticarî işletmelerle tartışmak abestir” diyerek protesto ettik.
Aslında, başından beri İKSV ittirilmeden harekete geçmedi; bu da zaten böyle
bir kurumdan beklenecek şey değil. Sonuç itibariyle, kendini nasıl tanımlarsa
tanımlasın, İKSV bir sermaye iştirakidir, kendisini siyasî iktidarın karşısında
konumlandıramaz. Aralık 2011’de, mahkemenin bilirkişi raporlarını hiçe sayarak
yürütmeyi durdurma kararını iptal etmesi üzerine Emek Bizim’in eylem çağrısının
hemen ardından İKSV, “Emek'i bize verin, altı ayda projelendirir, kültür-sanat
merkezi haline getiririz” önerisinde bulundu. Bu öneri Ahmet Misbah Demircan’ın
“emir büyük yerden, yapacak bir şey yok” diyerek reddettiği bir proje olarak
görmezden gelindi! O zaman yaptığımız açıklamada sermayenin sosyal sorumluluk,
kültür ve sanat hamiliği çerçevesinde kamu mekânlarını yeni yatırım alanlarına
çevirmesine itiraz edip tartışılmadan, kapalı kapılar arkasında
gerçekleştirilmeye çalışılan her türlü “projeciliğe” karşı olduğumuzu
belirtmiştik. Asıl cevabı da 24 Aralık eyleminde, “Emek sermayeyle
uzlaşmayacak!” pankartıyla sokakta verdik.
İKSV’nin önerisi
neydi?
Begüm: Kültür
turizmi nosyonuna dayanan bir kent tahayyülünün kurucu aktörlerinden biri İKSV,
hatta en önemlisi. Hem kültürü ticarîleştiren hem de kenti dönüştüren
aktörlerden biri. Öyle değilmiş gibi davranmak herhalde saflık olur. Taşıyıcısı
olduğu kültürel ya da yaratıcı endüstriler söyleminin sermaye tarafından
götürüldüğü zirve noktalarından biri, Emek Sineması’nın yıkılıp yerine
multiplex yapılmasıdır. Bu da sermayenin ironisi olsa gerek.
İlhami: İKSV’nin yönetim kurulunda Ahmet Misbah Demircan ve
Kadir Topbaş da yer alıyor. 7 Nisan eyleminin ardından İKSV’nin gözaltına
alınanlarla ilgili kınama açıklaması yapması, bu açıklamayı yapanlar arasında
Demircan ve Topbaş'ın da bulunması manidar!
Emek Sineması’nın yerine yapılacak olan son projenin içeriği nasıl?
Ayşe: İnsanların sokakla bağının kesildiği bir mimarî düzenleme, çok önemli bir müdahale. AVM’ler insanların hareketlerinin sürekli ve sıkı biçimde denetlendiği, mimarî düzeneklerle belirli davranış ve tüketim kalıpları içinde harekete zorlandığı mekânlar. Metro duraklarının AVM çıkışları olması tesadüf değil. AVM’de sinemaya giden biri, önce meşhur kahvecilerden birinde kahvesini içer ya da yemek yer. Sokakla temas minimuma indirilmeye çalışılıyor. Yeni bir tüketim kültürü empoze ederken insanları hapseden mekânlar AVM’ler. “Emek’e sokaktan girilir” önemli bir slogan.
Kamer İnşaat, Beyoğlu Belediyesi ve Kültür ve Turizm
Bakanlığı sürekli “Emek yıkılmıyor, taşınıyor” diyor. Sözü edilen “moving”
nasıl bir teknik?
Can: Moving pek kabul gören bir teknik değil; başka türlü korunması mümkün olmayan yapıların kamu yararı gözetilerek aynen taşınması anlamına geliyor. Mısır’da Asvan barajının tehdidi altında olan Abu Simbel Tapınağı’nın taşınmasıyla adı anılıyor. İnşaat şirketi sürekli Milano’daki La Scala opera binasını örnek veriyor, ama La Scala’da salon aynen korunuyor; teknik bölümlerin olduğu yapıların yıkılıp yenisinin yapılması söz konusu, yani La Scala’nın konuyla alâkası yok. Allianoi antik kentinde, baraj yapımı nedeniyle bile taşımanın kabul edilmediğine dair görüşler var. Danıştay’ın da bu konuda kararları var. Emek’te böyle bir zorunluluk yok. Bu teknikleri tartışmamız bile abes. Emek, Osmanlı’nın erken betonarme döneminin önemli örneklerinden biri, sahnenin üzerine inanılmaz betonarme kirişlerle geçiliyor. Bu kirişlerin korunması şart. Projenin öngördüğü şekilde süslemelerin taşınması bir şey ifade etmiyor. Emek’teki sahnenin yapısı, akustiği, dönemi yansıtan detaylar yeni yapılacak sinemada olmayacak. Daha önceden yıkılmış locaların yeniden yapılacağı ve gerçek Emek’in yeniden inşa edileceği iddia ediliyor. Bu tip yapılarda dönemsel müdahale olabilir, ama bu kadar büyük bir müdahale hiçbir zaman söz konusu olmamış. Yapının bütün dönemlerde geçirdiği dönüşümlerin belirlenmesi, restitüsyon çalışmasının yapılması, uzmanlar tarafından tartışılarak belirlenmesi gerekiyor. Emek’in dördüncü kata taşınması, altına dükkânların yerleştirilmesi kabul edilebilir değil. Bunlar restorasyon ya da restitüsyon çalışması değil, tamamen yeni bir yapı önerisi, ama açıkça söylemiyorlar.
Ayşe: Bu noktada,
hem koruma kurullarının hem de bilirkişilik müessesesinin işlevini tartışmak
gerekiyor. Bu projeler kurullardan geçiyor. Tarlabaşı’nın yıkımına, insanların
yerlerinden edilmesine, Emek Sineması’nın yıkımına karar veren, bunu
gerekçelendiren mercilerden biri de koruma kurulları. Dava açıldığında hâkim
bilirkişi raporuna göre karar veriyor. Emek Sineması davasında bir hukuk
skandalı söz konusu. İTÜ Mimarlık fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kutgün Eyüpgiller
hem Kamer İnşaat’ın projesinin resmî danışmanı hem de kurul kararının dayanağı
olan ve yıkıma onay veren raporda bilirkişi. Tarafsızlık ilkesine, meslek
etiğine ne oldu? Mevcut hukuk ihtiyacı karşılamadığında, sermaye kendi hukukunu
da ayaklar altına alıyor.
Peki, bu kamusal mülkün Kamer İnşaat’ın eline geçmesi nasıl
oluyor?
Can: ‘93’te
yap-işlet-devret modeliyle Kamer İnşaat’a 25 yıllığına veriliyor. Ancak bu 25
yıl, şirket binayı teslim aldığı andan itibaren başlıyor. Teslim aldığı tarihi
Aralık 2012 olarak kabul ediyor Kamer İnşaat. Sözleşmedeki hükümlerden biri
diyor ki, Kamer İnşaat yeni ortak alamaz; fakat, ticarî sicil kayıtlarında açık
olarak gözüküyor, 2009’da birden çok yeni ortak giriyor. İkinci hüküm de şu: Bu
sözleşmenin ayrılmaz eki Halil Onur isimli —Taksim Topçu Kışlası’nı da icat
eden kişidir kendisi— mimarın çizdiği projedir. Projenin uygun bulunmasına dair
bir kurul kararı var. O kurul kararının iptali istemiyle İnci Pastanesi’nin
işletmecisi Musa bey (Ateş) gibi oradaki esnaf dava açıyor. O karar, örneğin
altında otopark olması gibi sebeplerle iptal ediliyor ve Danıştay iptal
kararını onaylıyor. Bugünkü proje iptal edilene çok benziyor. Ortada sözleşmeye
aykırı olarak yeni ortaklar var. Mimar Halil Onur’un çizdiği ayrılmaz ek olarak
tanımlanan proje iptal edilmesine rağmen yeni proje de ona dayanıyor. Yani
varolan bu sözleşme uygulanamaz. Başka bir sözleşme varsa da gizliyorlar. Şu an
görmediğimiz başka isimlerin de bu işin içerisinde olduğuna dair bir fikre
sahibim. “Emir büyük yerden” deniyorsa, onun işaret ettiği yer bellidir. Sonuç
itibariyle, şirket bu projeyi yapacak olursa —ki biz yaptırmayacağız—
işletecek, sonra da devredecek. Bütün yap-işlet-devret modellerinden biliyoruz
ki, adam yapar, işletir ve devretmeye yakın hiç masraf yapmaz, devlet geri
alabiliyorsa bir çöküntü halinde alır. SGK, bu süreç boyunca tek bir açıklama
yapmadı. Halbuki bu binaların bakımını ve gözetimini yapmayan, yani Kültür
Bakanı’nın “görüyorsunuz, zaten yıkılıyor” diyebildiği durumdan sorumlu kurum
bizzat SGK’dır. Proje tamamlandığında SGK’ya bu işten hiçbir şey düşmeyecek.
Kültür Bakanlığı’na zaten bir kuruş düşmüyor. Beyoğlu Belediyesi “Allah bin
bereket versin” durumunda.
Emek Sineması projesi
Beyoğlu’ndaki dönüşümün bir parçası, öyle değil mi?
Begüm: Tarlabaşı
yıkımında, Demirören AVM’de maalesef çok ses yükseltemedik. Bunlar puzzle gibi.
Plan ve projeleri ortaya dökülmeden yapılıyorlar. Sermaye açısından
bakıldığında da aslında “bu daha başlangıç” denebilir. Emek meselesini Beyoğlu
dönüşüm projesi içinde görmek gerekiyor. Taksim “yayalaştırma” projesi, Topçu
Kışlası da bunun bir parçası. Tarlabaşı’nda cânım binaları yıkıyorlar,
yerlerine yapılan binalarda sadece göstermelik cepheleri koyuyorlar. Bu
binalarda kapı olarak görünen mimarî detaylar kapı değil. Burada yaşayacak
insanlar arabalarıyla doğrudan binaların otoparkına giriş yapacak.
Tarlabaşı’nda trafiğin yeraltına alınmasının neye hizmet ettiğini de görüyoruz.
Bu projedeki binaları “dışarıdaki muhit güvenli değil; güvenli hale
getirilinceye kadar dışarıyla bir alâkanız olmayacak” diyerek satıyorlar.
Parçaları birleştirerek düşününce büyük resim ortaya çıkıyor. Taksim Meydanı 1
Mayıs alanı olduğu için bu muameleye maruz kalıyor, hem Gezi Parkı’na AVM
yapımı hem de Taksim projesi Tarlabaşı’nın önemli bir parçası, hatta
başlangıcı. Dönüştürülmeye çalışılan Bedrettin Mahallesi’ni, İstiklâl Caddesi
boyunca satışa çıkarılan ve butik otellere çevrilecek Narmanlı ve Hazzopulo
gibi hanları, Perşembe Pazarı’nı ve bu aksın sonunda yapılacak Galataport’u düşününce
projenin kapsamı daha net ortaya çıkıyor.
İlhami:
Beyoğlu’ndaki “masa-sandalye” operasyonunu da bu rant projesi kapsamında görmek
gerek. O dönemde esnaf müthiş bir kayba uğradı. Çoğunluğu Tarlabaşı’nda yaşayan
yaklaşık üç bin kişi işten çıkarıldı. Mesele Ramazan’da içki içilmesi değildi;
mesele civardaki binaların değerini düşürmek, “çöküntü” haline getirmek ve
kolayca el değiştirmesini sağlamaktı ki, görüyoruz, başarılı da oldu. İmar
planında “nitelikli konut alanları oluşturulması” ifadesi var. Bu, “üst gelir
sınıfı için konut yapıyorum” demek. Kentsel dönüşüm dediğimiz, mekânın
soylulaştırılması. Alt sınıfların,
yoksulların, “marjinal” ilan edilen toplulukların mahallelerden, bölgeden
sürülmesi.
Emek eylemi
sonrasında, Levent Eyüboğlu “Biraz kavga dövüş olacak, ama sonunda herkes helal
olsun diyecek” dedi. Kim bu Levent Eyüboğlu?
Deniz:
Türkiye’nin dört bir yanını AVM’lerle dolduran, en son Samsun’daki eski Tekel
fabrikasını AVM’ye çeviren Multi Turkmall adlı şirketin CEO’su, Kamer İnşaat’ın
da ortaklarından biri. Kamer İnşaat SGK’yla ilk sözleşmeyi imzaladığı için
vazgeçilemeyen bir ara yapı. Bir yandan da arkadaki esas şirketleri ve
ilişkileri görünmez kılan bir nevi paravan. Levent Eyüboğlu, sürecin görünen
yüzü. Uzun süre, proje mimarı olarak tanıtılan Fatih Kesgün’ü gördük. Bilirkişi
keşfinde, Kesgün bizzat bilirkişi heyetine mihmandarlık etmiş ve çok tepki
almıştı. Daha sonra ortaya çıktı, projenin esas mimarı, o dönemde bir kurulda
çalıştığı için projenin mimarı olarak gözükmemesi gereken ağabey Şerif Kesgün.
2011’den sonra, bir PR şirketinin de desteğini alarak Levent
Eyüboğlu ortaya çıktı.
Bu PR şirketi ne
yapıyor?
Deniz: Per
İletişim adına bütün PR faaliyetlerini götüren ve projeyi şevkle savunan
Yurdagül Erkoca’nın ismini utanarak analım. Yurdagül Erkoca “eski” solcu,
ÖDP’li ve bütün PR faaliyetinin en görünen yüzü. Erkoca çok uzun süre
sinemacıları ve gazetecileri ikna etmek için Eyüboğlu ile birlikte kapı kapı
dolaştı. Söküm işlemleri başladıktan sonra, Emek Sineması’nı CNNTürk’e ve birtakım
seçilmiş sinemacılara açıyor ve içeriye sokulmayan TMMOB Mimarlar Odası
İstanbul Büyükkent Şubesi’nden Mücella Yapıcı’ya “solun muhafazakârlığından çok
sıkıldığını” söylüyor. Sonuç itibariyle, projenin kendisi kadar, bu proje
içinde yer alan, görünür olan herkes şaibeli.
Emek mücadelesi nasıl devam edecek?
Ayşe: Kentsel
dönüşüm denen meselenin ardında nasıl bir ekonomi yattığını, bu ekonomik
faaliyetten kimlerin istifade ettiğini, nasıl bir network’le karşı karşıya
olduğumuzu ifşa etmemiz lâzım. Tarlabaşı yıkımı başlamadan önce, bulvarın
karşısında GAP İnşaat’ın ofisi açıldı. Duvarına “defol” bile yazılmadı mesela.
Sermaye bu kadar rahat, bu kadar pervasız davranamamalı. İyi şeyler de oluyor
tabii. Demirören’in işgali ve kamusal alanda sürekli eleştiriyor olmamızın bir
neticesi olarak Demirören’i her eylemde çevik kuvvet korumak zorunda kalıyor;
kepenkler kapatılıyor, alışveriş yapanlar içeride mahsur kalıyor. En azından
bir meşruiyet sorunu yaratıldı.
Can: Emek
özelinde konuşursak, eylemlere devam edeceğiz ve çeşitlendireceğiz. O sokak
hâlâ bizim, bırakmayacağız. Ayrıca, yapılması planlanan çakma Emek Sineması ve
diğer on sinemanın işletmeciliğine talip olan Cinemaximum’a yüklenmek
gerektiğini düşünüyoruz. Öte yandan, bu süreçte Ertuğrul Günay’ın bakanlıktan
alınması da anlamlı. Bu büyük ihtimalle Allianoi’de, Taksim meydan projesinde
de görece yumuşak tutumuyla ilgili. Onun yerine daha şedit insanların tercih
edildiğini söyleyebiliriz. İçişleri Bakanı’nın Muammer Güler olması ya da Ömer
Çelik’in Kültür ve Turizm Bakanı olması herhalde tesadüf değil. Kadife eldivene
ihtiyaçları yok artık. 7 Nisan’daki polis müdahalesinden sonra Muammer Güler’in
açıklaması şahane: “Polis elbette özel mülkiyeti koruyacaktır.”
Söyleşi: AYŞEGÜL OĞUZ
Express Dergisi, Sayı 135, Mayıs, 2013
A gambling machine can add an edge to an edge and play against
YanıtlaSilby MCD · 2014 계룡 출장안마 · Cited by 20 — We compared casino slot machines with a few features: an extra edge, a regular 충주 출장샵 jackpot, and a special game 거제 출장안마 called “Slot Machines.” 세종특별자치 출장안마 The machines were designed 영주 출장안마 in a